Macar Şairi Yusuf Atilla

Doğrudan müzikle ilgili olan konulara yer veriniz.
Cevapla
mahiye
Mesajlar: 143
Kayıt: 16 Haz Prş, 13:39

Macar Şairi Yusuf Atilla

Mesaj gönderen mahiye »

Mahiye Morgül

YUSUF ATİLLA (Macar Şairi)

17 Temmuz – 6 Ağustos tarihleri arasında, Macaristan’ın Keçkemet şehrinde, Kodaly Enstitüsü tarafından düzenlenen seminerdeydim. İlk kez katıldığım bu seminer benim için sürprizlerle doluydu. Seminerde aldığım bilgiler kadar diğer ülkelerden gelen müzik eğitimcileriyle paylaştığımız konular ve Macar toplumunun taşıdığı değerler önemli şeylerdi.
Hiç Macarca bilmediğim halde şair Yusuf Atilla’dan çok etkilendim. Şiirlerinin etkisinde kaldım. Tesadüfen tanıdığım bu Macar şairin bir kitabını ve şiirlerinin okunduğu bir yoğunçalar satın aldım, yanımda getirdim. Yusuf Atilla’yı ülkemde şiir severlere anlatmak istiyorum.
Onu nasıl tanıdığımla başlayayım. Kaldığım otelde akşamları izlediğim Macar TV’nin bir kaç yıl önce yaptığı bir kayıt tekrar gösteriliyordu. Programda eli yüzü düzgün çocuk, genç, yaşlı birileri ezbere şiir okuyorlardı. Bandın açılış karelerinde bir kar manzarasında kendini kar fırtınasında paltosuyla korumaya çalışan bir erkeğin sisli görüntüsü altında kocaman JOZSEF ATTİLA yazıyordu. Dinledikçe büyülendim. Ertesi akşam aynı programı bir daha verdiler, aynı ilgiyle bir daha izledim. Şiirlerin ritmi ve ahengi bir şarkı gibi içime doluyordu.
Hiç bilmediğim bir dilde sanki Nazım Hikmet şiirleri dinliyordum. O anda bu şairi tanımaya karar verdim. Bu program bir video bandıydı, belki de bu bandı satın alabileceğim bir yer vardı.
Ertesi gün otel sahibini kızı Kristina’ya Yusuf Atilla’yı sordum. Ekonomi öğrencisi Kristina benden iyi İngilizce biliyordu, kolej okumuştu. “Evet” dedi,”O çok ünlü bir şairimizdir ve okul yıllarımızda onun şiirlerini şiir okuma yarışmalarında hep okurduk. Benim ödüllerim de var lise yıllarımdan.” Kristina’ya Nazım Hikmet’i sordum, bilmiyordu. İzlediğim bu bandı değil ama yoğunçalarını bulabileceğimi söyledi.
Bu Kristina akıllı bir kızdı ve onunla daha sonra da geleneksel Macar kültürü ve Türk kültürü üzerine sohbetlerimiz oldu; kendilerine aittir dediği bir çok davranış biçiminin aynen bizde de olduğunu öğrendikçe aramızdaki iletişim farklılaşmaya başladı.
Öğlen arası kitapçı aramaya başladım.
Derse girdiğimiz tarihi binanın önünde bir park vardı ve bu parkta üzeri muşamba örtülü bir açık alanda sabit masalar üzerinde satranç oynayan orta yaşlı erkekler vardı. Onları seyrederek hemen onların arkasındaki seyyar kitapçıya yanaştım. İngilizce bilmiyordu ama Yusuf Atilla’nın kitabını istediğimi anlaması zor olmadı. Kendisinde yoktu, bana işaret diliyle karşı kaldırımı takip etmemi önerdi.
Kaldırımın sonunda kocaman camekanlı bir kitapçı vardı, girer girmez tezgahtar kıza yanaştım ve “Yusuf Atilla” dedim. “egen” dedi, bu “evet” demekti. Bir kaç kitabını önüme koydu. Pek şık ciltli olanları vardı, pahalı olur diye onları ayırdım. Ucuz olanı hangisi diye sordum ve birini aldım. Satıcı kıza akşam televizyonda Yusuf Atilla’nın şiirlerini dinlediğimi, varsa kasetini almak istediğimi söylemeye çalışırken orta yaşlı bir bayan müşteri “Ben size yardımcı olayım biraz İngilizcem var” dedi. Ona Yusuf Atilla’yı Nazım Hikmet’e benzettiğimden söz ettim. “Evet, doğru söylüyorsunuz, benzerler. Burada herkes Nazım’ı bilir” dedi sevinçli bir gülümsemeyle. Gelişigüzel bir sayfadan ona sesli okumaya başladım, gözleri parladı.
Beni yoğunçalarların olduğu tarafa götürdü. Ne kadar şanslıydım; seslendirilmiş şiirlerini ve içindeki şiirlerin okunduğu kitabı birlikte bulmuştum. Kitap da yoğunçalar da seçme şiirlerinden yapılmıştı. Şiirlerin altında yazıldığı tarihler vardı; 1930’lu yıllarda yazılmış şiirlerdi, Nazım’la aynı dönem sayılırdı.
Akşama oturduk Kristina’yla yoğunçalardaki 26 şiirin hangisi kitabın hangi sayfasında, onları işaretledik. Birlikte okuma denemeleri yaptık. Alfabelerimiz birbirine yakındı, bizdeki gibi kökten türetilmiş sözcükler ses uyumu kuralı içinde yazılmaktaydı. Latin alfabesi kullandıkları halde var olan hiçbir sesi yok etmemişler, tam 43 harfleri var. Örneğin Erzurum şivesindeki her sesi bir harfle gösterecek olursak böyle bir alfabe ortaya çıkar.
Kitapta ilgimi çeken YEDİLER başlıklı bir şiir oldu. Şiirin belli bir kalıbı vardı, bölümler arası bağlantılara kadar mükemmel görünüyordu. Onu bana çevirmesini istedim. Şiirde belli bir durumda yedi şey yaşarsın diyordu şair. Her bir bölüm hayatın bir başka alanında yedi tane olan anları anlatıyordu, şiirin yapısı çok sağlam kurulmuştu. Örneğin bir şair eğer yağ çekmeye başlarsa şunları bir kere yaşar; bir kere alkışlanır, bir kere elini sıkarlar, bir kere yüzüne gülerler, gibi… Şiirin son bölümünde gömülürken insanın son kez yaşadığı yedi şey anlatılmaktaydı.
Öteki bir şiirde “Anam” ve “Atam” diyordu şair.

“Atam Volgadır, Anam Tuna
Tunanın kıyısında genç kızlar çamaşır yıkar
Tunanın çamurları
Türk Kokar, Roman Kokar, Tatar kokar, Mocar kokar…

Şiir belki de aynen bunları söylemiyordu ama ben böyle anlıyordum, en azından yaklaşmış olduğumu düşünüyorum.
“Anyam” sözcüğü ne kadar da çok geçiyor şiirlerinde. Ne sıcak sözcüktür “anam” demek. Bunu söylerken sanki annesi küçük kızını sever gibi duyuluyor. “Anyam” diye yazıyor ve öyle de okuyorlar.
Anladım ki Macarca ile İstanbul Türkçesi ancak birkaç sözcükte örtüşebilir. Oysa yöresel şiveyle konuştuğumda daha fazla beraberlik yakalıyordum. Elmaya “alma” dersen Macarca “elma” demiş oluyorsun; işte Kars, Iğdır şivesi.
Örneğin küçük kız çocuğuna “kişlan” diyorlar ve bu sözcük Rize şivesiyle benim kulağıma hiç yabancı gelmiyor. Çünkü benim çocukluğumda, 8-10 aylık kız bebeğini dizinde zıplatırken annenin söylediği şarkıda bu sesler vardı:

Kişum kişum kişmana
Kişumi vidum Rişvana
Rişvan odun geturu
Kişum hatun oturu

Bu bebek oynatma ezgisi pentatonik bir ezgidir. Enstitü’de “Dünya Kültürleri” dersinin öğretmeni Şili’li Dr.Carlos Miro benden bir tane annesi çocuğunu oynatırken söylediği ninni örneği istediğinde ona bunun notasını verdim ve o zaman anladım ki çocuk şarkılarının pentatonik özelliği de iki kültür arasındaki bir diğer ortak özelliğimizdir. Bu konuya başka bir yazımda ayrıca yer vereceğim.
Yusuf Atilla’nın “Mama” başlıklı şiirinin ilkokul çocukları tarafından çok sevildiğini, şairin annesinin ölümü üzerine yazdığı bu şiirin kendi çocukluğunu, anne-çocuk ilişkisini çok güzel anlatması, annesinin meyve sepetini çatıya çıkarırken isterim diye tutturup tepindiği günleri anlatan sözlerinde çocukların da tepinerek burayı okuduğu, şiirin sonunda “İşte bu şiiri de bana sen yazdırdın anne” diyerek bitirişi bu şiirin çocuklar tarafından en çok okunan şiir olmasına nedenmiş. Öyle dedi Kristina. “Mama” şiirindeki akılda kalıcılığı sağlayan ritmik öğeyi ve yapı sağlamlığını buna eklemek gerekir.

Macar Şiirinde “Mendil” Ritüelleri
Yusuf Atilla’nın şiirlerinde mendilden söz ediliyordu. Bir mendil sohbeti başlattık Kristina’yla, “popa” (baba) da katıldı bu sohbete, yani babası. Macar halk şarkıları ve şiirlerinde mendilden çokça söz edildiğini anlattılar. Bizde de böyledir; katibim Üsküdar’a giderken bir mendil bulur, içine lokum doldurur. Sevdiğinin adı mendiline işlenir…
İlk sohbetlerimizde “Bize okulda hangi sözcüklerin Türkçe’den geldiğini öğrettiler” demişti Kristina. Ben de “Kültürel akrabalık sadece sözcüklere dayandırılamaz, bunun bir de davranış benzerliklerinin olması gerekir” demiştim. Mendil işte bu noktada imdadıma yetişti. Çünkü bizim foklorümüzde mendilin çok özel yeri ve ritüelleri vardır.
Halk müziğimizin aynı kökten geldiği Zoltan Kodaly ve Bela Bartok gibi Macar müzikologlarca açıklanmışsa, halk müziğinin öteki ayağı olan deyimler, sözel anlatım, kavramlar, ritüeller ve çağrışımlar da aynı kökten geliyor olmalıydı.
Eğer Macarların da bizim gibi gezici halk şairleri, ozanları, masal anlatıcıları, uzun halk hikayelerini ve efsaneleri destanla anlatma gelenekleri varsa (bütün bunları derlemişler, yazmışlar, ders kitaplarına koymuşlar, bunlarla yarışmalar yapmışlar, operaları bu destanlardan bestelemişler) daha fazla benzerliklerimiz olmalıydı. Kahve evlerinde kahvenin yanında bir bardak su getirmek, masaya oturan müşteriye önce bir parça çukulata ikram etmek gibi misafir ağırlama ritüellerindeki ortak yanımız sonradan alınmış olabilirdi. Ama mendil ritüelleri daha eskiye, Asya yıllarına dayanıyor olmalıydı.
Yusuf Atilla’nın şiirinde mendil geçiyorsa bunun arkası vardır diye düşündüm ve yanılmadım. Bu arada kendime yeni görevler yüklüyordum; bir gün halk türkülerindeki mendil üzerine kurulmuş sözleri ve manileri derlemek gibi.
“Bana mendilin Macaristan’da iki genç arasında hangi anlamlara geldiğini sıralar mısın?” dedim Kristina’ya. Şaşılacak şeyler oldu. Aslında ben şaşırmadım, Asya kökenli olduğumuzdan ben mahcup değildim, sadece birkaç sözcük ortak yanımız var diyen oydu, o şaşırdı. Birinde “çigan” derken Rize şivesiyle cigan dediğimde “Aynı bizim gibi, duydun mu baba?” diyerek babasına bakmıştı.
Her gün biraz daha fazla yakınlaştığımızı fark ettik ve baba-kız bir de ben bir aile gibi olmaya başladık. Son hafta beni babasının pişirdiği özel akşam yemeğine davet ettiler, bir daha ispatlamış olduk kök beraberliğimizi. Çünkü hamur parçalarını kaynatarak pişirdiği yemek bizim mantıdan başkası değildi. Adına da “pasta” yani hamur diyorlardı. Yoğurtla yenilen lahana dolmasına ne denir? Bir et, bir soğan bir patlıcan dizilen şiş kebabına ne denir? Sucuk yapmanın da, kurutulmuş et yemenin de kökü Asya’daydı. Göçer yaşantısının yemekleriydi kurutulmuş etler.
Dönelim bizim ortak mendil ritüellerimize:
- Genç kız yürürken mendili arkaya düşürürse arkasından gelen delikanlıya “Gönlüm sende” der.
- Genç kız kendi adının ve sevdiğinin adının baş harflerini mendiline işler.
- Genç kız işlediği mendili sevdiği delikanlıya boynuna takması için armağan verir.
- Ayrılırken mendil sallanır.
- Mendilin ucunu yakıp yarine yollarsa “senin aşkından yanıyorum” demek ister.
- Mendilin içine lokum-şeker koyup yare yollanır.
- Oyalı mendil geri yollanırsa küstüm demektir.
- Mendili arkada saklayan çocuk oyunu (Yağ satarım) .
- Halk dansında oyun başının elinde mendil vardır. Oyuncuların boynunda mendil vardır, ortada yapılan solo dansta mendil gösterisi vardır.
Halk danslarındaki diğer özellikler ve ortak malzemeler araştırmaya değer niteliktedir. Örneğin Hemşin tulumu (Pipe Organ) gibi bir çalgıları var, sopaların kullanıldığı Gaziantep Barak halk oyunları gibi dansları var.

Yusuf Atilla Metodoloji Dersimizde
Metodoloji dersimizin öğretmeni Sarolta Platthy (Budapeşte Radyo Çocuk Korosu’nun uluslar arası ödüllü şefi, 57 yaşında) 2.hafta bir dersini Yusuf Atilla’ya ayırdı. Bu benim için sürpriz bir armağan oldu.
Yusuf Atilla’nın şiirlerinin sıcak, duygu yüklü ve zengin halk deyişleriyle dolu olduğunu anlattı Şarolta. Bu tür şiirleri şarkı bestelemek isteyen bestecilere öneriyordu, Yusuf Atilla’nın şiirlerinden yapılmış koro ve solo şarkılar vardı.
Yusuf Atilla’nın şiirlerinden yapılmış solo şarkıların notalarını dağıttı bize. Akustik tonalitede yapılmış ezgileri inceledik ve yoğunçalar kaydını dinledik. Dinlerken Şarolta öğretmenin bize dağıttığı kağıttan şarkının sözlerini yani Yusuf Atilla’nın şiirlerinden bölümleri takip edebiliyorduk. Macarca yazılmış şiirlerin aynı sayfada İngilizce çevirileri vardı.
“Eğer bir şarkı sözü yazacak ve besteleyecekseniz halk şiirinden söz alın” demiş Bela Bartok. (Bartok 1936’da Türkiye’ye davet edilmiş, halk müziği ve çocuk tekerlemeleri derlemiş, notaya almış ve bir çok eserinde bu ezgileri kullanmıştır. Yahudi asıllı bu Macar besteci 2.Dünya savaşı yıllarında ABD’ye yerleşti.)
Burada üzerinde durulan nokta, şiirdeki ifade zenginliğinin, dildeki akıcılığın ve duygu derinliğinin iyi bir müzik için besteciye sağlam malzeme olacağıydı. Bu sağlam malzeme bolca halk şiirinde var deniyordu.
Zoltan Kodaly’nin metodu da müzik eğitimini çocukluk çağı oyun tekerleme ve şarkılarından başlatmaktadır ki bu noktada Yusuf Atilla ile bu metod buluşmaktaydı. Doğru bir şairin izinde olduğumu anladım.
Eğer bir müzik derin anlatıma dayalı bir şiirden bestelenmişse, o müzik o sözün duygu derinliğine uygun olabilirdi. Bu yüzden Macar besteciler halk müziğinin ve halk şiirinin yaşamasını istediler, eski destanları derleyip yazılı hale getirdiler ve bunları bestelediler, opera yaptılar, koro müziği yaptılar. Bu sayede evrensel kültürde yerlerini aldılar. Bugün globalleşmenin pop müzik dayatmasının karşısında direnen en sağlam kalelerden birisi olarak ve uluslararası bir ekol olarak ayakta kalmayı başarabilmektedir.
Macar ulusal ekolünün üzerindeki global tehlikeyi fark eden Şarolta gibi öğretmenler giderek nasıl gerilediklerini endişeyle dile getirdiler. Şunları Şarolta öğretmenden dinledik:
“Otuz yıl önce biz komünist bir ülkeydik. Kendi şairlerimizi, halk şiirlerimizi, efsanelerimizi, oyunlarımızı, masallarımızı topluyor çocuklarımıza öğretiyor, bunu bir ulusal onur kabul ediyorduk. Bugün müzik okullarında okuttuğumuz kitaplar o zaman yazıldı ve basıldı. İlkokullarımızda her sabah müzik dersi vardı. 1989’da müzik derslerimiz haftada iki saate indirildi. Zoltan Kodaly’nin 1948’de basılan ders kitabı 1989’da yeniden basıldı, içine kiliseden söz eden şarkılar girdi. 1993’de bir daha basıldı, içinden marşlar ve Macar tarihiyle ilgili şarkılar çıkartıldı. Elinizde gördüğünüz bu kitap, 3. baskısıdır. (Not: Bu kitabın fotokopisini yanımda getirdim.) Bugün halk okullarında müzik dersi bir saate inmiş durumdadır ve müzik öğretmeni tayinleri yapılmamaktadır, müzik dersinin kaldırılacağı konuşulmaktadır. “
Şarolta öğretmen de bizimle aynı endişeleri taşımaktaydı. Sadece müzik dersi değildi yok edilmekte olan, bir kültür bütünüyle tehdit altındaydı. Ders çıkışında ona aynı endişeleri paylaştığımızı söledim, dönünce bunları yazacağımı söyledim. Gözleri parladı, “Yaz bunları, söyle herkese, anlat, daha yüksek sesle anlat” dedi.
Eğer Yusuf Atilla’nın şiirleri dilimize çevrilirse umudum odur ki bize hiç de yabancı olmayan tanımlar ve anlatımlar bulacağız içinde. Onunla edebiyatımız zenginleşecektir.

Macar Ulusal Müziği ve Biz
Macarlar övünerek “Ünümüzü salamımıza değil Kodaly’ye ve Bartok’a borçluyuz. AB’deki ayrıcalığımız da bundan geliyor” diyorlar.
Onlar 50-60 yıl önce ne yapmışlar diye baktığımızda görüyoruz ki Mustafa Kemal’in 1936’de söylediği gibi yapmışlar. “Ulusal ince deyişleri bir an önce derleyip evrensel musiki kurallarına göre işlemek gerekir. Türk müziği ancak bu sayede evrensel musikideki yerini alabilir” demişti Mustafa Kemal.
Aynı tarihte Bela Bartok Ankara Halkevinin davetlisi olarak Ankara’dadır. Bartok da aynı şeyleri savunuyor ve iki halkın aynı kökten geldiğini müzik yoluyla ispatlıyordu; derlediği notaları (Karacoğlan, Dadaloğlu, ağıtlar, uzun ve kırık havaları) 14 etnomüzikoloji uzmanına göstermiş ve ortak bir kanaat oluşturulmuştu. Raporunda bundan söz etmektedir. (Not: İngilizce el yazması olan 20 sayfalık bu raporun ve tüm notaların içinde yer aldığı kitabın tamamını fotokopi olarak yanımda getirdim.)
Macar halkıyla benzerliğimiz üzerine bu kadar elle tutulur bilgiler varken neden Atatürk’ün ölümüyle (veya öldürülmesiyle) birlikte bu ilişki kesildi? Macaristan’da olduğum sürece bu soru kafamda dolaştı durdu. Belki şimdi yarım kalan bu ilişkiye bir katkım olabilir diye anılarım tazeyken bunları yazayım istedim.
Belki de Mustafa Kemal’in istediği doğrultuda olan bu çalışmalardan, iki halkın yakınlaşmasından birileri rahatsız olmuştu. Neden bize bu kadar yakın ve akraba bir kültürün edebiyatını tanımıyoruz? Onlardan kopuk ama bizimle hiç bağı olmayan Anglosakson kültüre ne kadar yapışık hale getirilmişiz…
Cevapla