MAKALELER |
MÜZİKSEL BAĞLAMDA TÜRKİYE “MODERNİZM”İ VE “METAMORFİZMA” HADİSESİ
09.11.2006
Türkiye ve modernizm! Yani yenileşmek, çağdaşlaşmak, Batılılaşmak, Avrupalılaşmak, son dönem itibariyle de Amerikanlaşmak vs. vs. 200 küsur senedir “akort tutmayan” bir enstrüman hikayesidir bu… Dile kolay, 200 küsur sene! Enstrüman akort tutmuyor ama “icracı”lar illa ki akort yapacaklar! “Ne çalacaklarını”(!) çok iyi bilen bir icracı kadro onlar… Enstrüman akortsuz ama, icracılar çalmaya hevesli! Her neyse… Bu enstrümanı zorla akort etme, burgular yerine otursun ve iyi akort tutmasa da “idare etsin” diye sık sık üstüne “bastırma”, olmadı burguyu bir güzel “rujlama” yoluyla bir daha, bir daha deneme… Bu süreçte denenmedik akort tarzı, denenmedik burgu tipi kalmadı ama, yenileşe yenileşe -yenile yenile demek daha mı doğru acaba?- bir hal olduk yani toplum olarak…
Süreç içinde, köylerden kalkıldı, “taşı toprağı altın” olan kentlere gelindi… Ama bu öyle bir geliş oldu ki bu, ne kentlerimiz kente benzedi, ne de kentlerde yaşayanlar kentliye! Ne ileri gidilebiliyor, ne geriye! İlhan Mimaroğlu genel anlamda tüm dünyada, ama özellikle de Batı’da, insani anlamda müthiş bir gerileme olduğunu düşünmekte ve eklemektedir: “geriye doğru gidişte Türkiye, Batı’nın en az yirmi yıl önündedir!” Ben de katılıyorum bu tespite. Altımızda hızla kayan bir zemin var ve hiçbir yere basmak mümkün olmadığı için, hep “muallakta pervaz” ediyor gibiyiz, adeta…
Bu kaygan ve devingen zeminde, acaba Türkiye’de müzik adına neler yaşanıyor? Bunca yıldır çabalanmasına karşın -buna da “debelenme” mi desek acaba?- modern bir müziğimiz olabildi mi? Hadi soruyu daha “fiyakalı” soralım; “müzikte çağdaşlaşma”nın neresindeyiz? Bütün “modernleşme serüveni”mizden bütün boyutlarıyla derinden etkilenmiş bir alan olarak “müzik dünyamız”ın hali nedir? “Bestecilerimiz”, “yorumcularımız”, “icracılarımız”, “eleştirmenlerimiz”, “dinleyicilerimiz”, “prodüktör, organizatör ve sairelerimiz” ne durumdalar acaba?
Bu yazı, Türkiye toplumu, modernizm ve müzik konularına “jeolojik” açıdan yaklaşmaya çalışacaktır! Toplumsal, kültürel ve siyasal açıdan yaşadıklarımızın, acaba “yerbilimsel” bir modeli kurulabilir mi? Kişisel bir hevesle, kendimce bir yorumlamada bulunmayı denemek istiyorum.
METAMORFİZMA HADİSESİ
Metamorfizma, jeolojik bir süreç olarak, değişen ısı ve basınç koşulları altında, kayaçlarda meydana gelen “değişim” veya “başkalaşma”yı ifade eder. Oluşum aşamasında belirli bir yapı, kimya ve görünüme sahip olan “kayaç”, orijinal oluşma koşulları dışında farklı basınç ve ısı koşullarına maruz kaldığında “zorunlu” bir değişime uğrar. Bu değişim sonucu olarak ortaya çıkan “yeni” kayaç, her anlamda eskisinden “farklılaşmış” durumdadır. Kimyası değişmiştir. Fiziksel görünümü değişmiştir. Rijiditesi (sağlamlık) değişmiştir. “Yüzey”i daha “parlak” ve “yağlımsı” bir görünüm kazanmışken, mukavemet bakımından daha “dayanıksız” hale gelmiştir.
Şimdi ben, bu kısa “jeolojik metin” ile Türkiye’de yaşanan siyasal, toplumsal, ekonomik ve kültürel değişim arasında bir bağ kurulabileceğini düşünüyorum. Türkiye siyaseten ve kültürel olarak bunca yıldır modernleşmek adına Batıya “benzemeye” çalışıyor! Bu “Batı gibi olma” hadisesi öylesine “tutkulu bir aşk hali” ki Türkiye için… Her günümüz ve gecemiz
-“Batıya benzeyebilecek miyiz?”
-“Aman ne zaman Batılı olacağız?”
-“Daha Batı’ya kaç var?”
gibi paranoya derecesinde bir saplantı ve endişe haliyle dolu olarak geçiyor. “Sokaktaki adam” bile (bu sanki bir “milli kahraman” tınısı taşıyor artık) bu Batılılaşma hadisesinden payına düşeni alıyor. Dikkatle izlemek lazım ki bugün Türkiye’de yaşayan herkes, öyle veya böyle bir “Avrupalılaşma ideali”ne sahip durumda, artık...
Pekiyi ama, bu noktaya nasıl gelindi ve modernleşme arzusu, bu karşı konulamaz arzu, bizde nasıl ve ne zaman ortaya çıktı? Başka bir ifadeyle, bu tutkunun ortaya çıkış koşulları nelerdi? Şöyle kısa bir bellek tazelemesi yapalım. Biliyoruz ki Osmanlı Devleti, bir “süper güç” olarak var olduğu, görkemli XV. ve XVI. yüzyılları yaşadıktan sonra, XVII. ve XVIII. yüzyıllarda önce “duraklama”ya, sonra da “gerileme”ye başlamıştı. Bu süreç içinde neredeyse girdiği her savaşta yenilgiye uğruyor, sürekli toprak kaybediyor, vergi-asker sisteminde yaşadığı bunalımları aşamıyor ve bir türlü eski “şaşaa”lı günlerine geri dönemiyordu. Dolayısıyla Osmanlı’da modernleşme çabası öncelikle “askeri” alanla ilgili bir mesele olarak ele alınmıştır. III. Selim, II. Mahmut gibi padişahlar, başıbozukluğun ve geri kalmanın sebebini askeri alandaki yetersizliklerde gördükleri için, önce “yeniçeri” sisteminden kurtulmayı ve Batılı anlamda yeni bir ordu kurmayı (Nizam-ı Cedid, Sekban-ı Cedid), modernleşmedeki ilk ve öncelikli hedef olarak önlerine koymuş ve uygulamışlardır. Ancak sonraları bu modernleşme tutkusunun, giyim kuşamdan alışkanlıklara, gündelik uygulama ve ilişki tarzlarından kültürel sanatsal beğeni ve tercihlere dek adeta bir kompleks halini aldığı görülür. Üstelik bu takıntı hali, Osmanlı’da topluma değil, idareci kesime ait bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla ortaya çıkış koşullarında bile bir “holistik” (tepeden inmeci, yukarıdan aşağıya!) tarz söz konusudur.
BİZ ZATEN AVRUPALIY(MIŞ)IZ!
Cumhuriyetle birlikte, “milli” bir temel etrafında şekillenen yeni “Türk” devleti, var olma gerekçesinin temel bir unsuru olarak modernizmi bir hedef haline getirmiş ve güttüğü politikalarla topluma da bunu böylece aşılamıştır. Kılık kıyafetten alfabeye, ölçü sisteminden takvime kadar her şey, modern olan Batı sistemine benzetilecektir ve benzetilmiştir de!
En azından son 82 yıldır bizler, milletçe yüzümüzü tamamen Batı’ya döndürdük ve geleneksel olan her şeyimizden biraz da utanarak, sıkılarak, hala modern olmaya çalışıyoruz. “Avrupa” ve genel olarak “Batı” olgusu, bizler için hayati önemi haiz bir meseledir. Dolayısıyla “Avrupa Birliği’ne ne zaman gireceğiz?” sorusu, Türkiye’de yaşayan herkesin zihnini meşgul eden, gerçek bir sorundur. Bu tutkulu ve biraz da takıntılı problematik, toplumun geniş kesimlerince “aksinin olması ihtimalinin bile mümkün olmadığı” bir durum olarak algılanmakta ve görülmektedir. Avrupa Birliği’ne üye olmanın dışında bir seçenek yok Türkiye’de yaşayanlar için! Bu konuda, öylesine bir “toplumsal konsensus” sağlanmış durumda ki, bu ölçüde bir uzlaşmayı bugüne dek Türkiye’deki hiçbir iktidar, Türkiye’nin önündeki hiçbir proje veya “dava” için sağlayamamıştır.
Sanırım 90’lardan itibaren, Türkiye’de yaşayan herkes, kendini Avrupa’nın bir parçası olarak görmenin yanı sıra, “Avrupalılaşmış” bir bilincin de sahibidir. Televizyonlardan, internetten, gazete ve dergilerden (bunları kaç kişi okuyorsa artık?!) insanlara “zerk edilen”, “biz zaten Avrupalıyız!”, “haydi Avrupa’ya” veya daha popüler bir sloganla söylersek “Avrupa Avrupa duy sesimizi, bu gelen Türklerin ayak sesleri!” ideali, milletçe hepimizin en büyük takıntısı halini aldı artık:
-“Sence Avrupa Birliği’ne bizi alırlar mı?”
-“En iyi ihtimalle 2020’de gireriz diyorlar!”
-“Yahu bunlar da bu tarih işini çok abarttılar, bir an önce verseler artık!”
-“Bizi tam üye yapmazlar, baksana özel ortaklıktan söz ediyorlar!”
gibisinden diyaloglar, toplumun her kesiminden insanlarca, her an, her yerde konuşulur duruma geldi. Herkes bir “Avrupa Birliği” hayaliyle dolanıyor yollarda, “divane aşık gibi”…
-“Bir girebilsek şuraya, her şey değişecek, her şey…”
Acaba öyle mi? Kimsenin bu soruyu aklına bile getirmek istemediğini seziyorum. Tabii, ne de olsa Avrupa bu, her derde deva! Avrupa Birliği konusunda bu derece “tahrik olmuş” bir toplumda, bu sürecin daha çok uzayabileceği yönündeki haber ve görüşlerin sayısının artması, “yetişkin” insanlarımız üzerinde psikolojik açıdan herhangi bir dengesizlik, gerilim, huzursuzluk ve hatta davranış bozukluğu yaratmakta mıdır acaba? “Politik-acılarımız” ve “medya dünyamızın ileri gelenleri” toplumumuzda ortaya çıkan bu karmaşık “halet-i ruhiye”den dolayı herhangi bir kaygı duyuyorlar mıdır? Gerçekten merak edilmesi gereken bir nokta gibi geliyor bana…
S.Ü.Ç.!
Bu arada, toplumsal, siyasal ve kültürel olarak pek çok şeyin “zıvana”sından çıkmış olduğu bu koşullar içinde, müzikle ilgili durumumuz nasıl ki? Hani gün geçmiyor ki yeni bir star türemesin, üremesin, çoğalıp, yayılmasın. “Star Üretme Çiftliği (S.Ü.Ç.)” gibi bir kurum var Türkiye’de, adeta! Bu kurumun ürünleri öylesine “kaliteli”, öylesine “çok talep edilir” durumda ki, sormayın gitsin… Kurumun kalite standardına sahip olduğu, “bütün ürünlerinin birbirinin aynı” olmasından anlaşılıyor! ISO 9000 kalite belgeli sanki, bu S.Ü.Ç. ve ürünleri…
Yahu bizde “sokaktaki adam” bile “star olma” potansiyeline sahipmiş de bizler bunun farkında değilmişiz! Allah bu özel televizyon ve radyo kanallarından razı olsun… Allah bu kanalların “tuttuklarını altın etsin”! Allah bunların yaptığı yarışmalardan, ürettikleri starlardan, kültür-sanat, düşünce ve eğlence dünyamıza yaptıkları katkılardan razı olsun… Onlar sayesinde geldik bu günlere… Şükürler olsun Yarabbi!
İşin şakası bir yana, en azından son 20 yıldır, zihniyet dünyamızın ve değer yargılarımızın şekillenmesinde özel medya kanallarının son derece etkili olduğu hususunu, kimsenin tartışma gereği bile duymadan kabul edeceğini sanıyorum. Star üretme kültürü, yine bir “Batılılaşma standardı” olarak, gündelik hayatlarımızın bir parçası haline getirildi. Hani neredeyse, duruma uyan yeni “atasözü” uyarlamaları yapmak mümkün gibi: “Starsız hayat, susuz çöle benzer!” kabilinden… Hepimiz, her an star olabiliriz. Kim, nereden bilecek kendisinde ne kadar “star olma potansiyeli” bulunduğunu? Her işi “bir bilen”ine sormak lazım. Starlaşma konusunda da tabii ki işin ehli, yani “bir bilen”i olanlar var; “yarışma jürileri” mesela! Ne güzel değil mi, kanallarda her gün her konuyla ilgili yarışmalar yapılıyor? Bu yarışmaların hepsinde, her biri birbirinden değerli “jüri üyeleri” yer alıyor. Bunlar konularına o kadar hakim ve öylesine engin kültüre sahip kişiler ki yani insan “olmaz (olsun) böyle şey!” deyip, dehşet ile karışık hayranlık ve pişmanlık ve vicdan azabı ve kalp çarpıntısı ve sinir bozukluğuna sürüklenmeden edemiyor…
ETİNDEN, SÜTÜNDEN…
Medya dünyasının “etik ilkeleri”ne de kuşkusuz ki hayran olmamak elde değil… “Bir üründen maksimum karı elde etme” prensibine sıkı sıkıya bağlı oldukları, her hallerinden belli olan medya ileri gelenleri, starlaştırıcı faaliyetleri kapsamında, star haline getirilmiş üründen neler elde etmiyorlar ki! Hani “etinden, sütünden, yününden faydalanılması” gibi… Medya bu, “sihirli dünya”! Sokaktaki adam iken birden yarışmacı veya jüri üyesi olabiliyorsunuz… Derken hooop “değiş tonton!”, bir bakmışsınız reklam yıldızı oluvermişsiniz… Aaa! Bir bakmışsınız dizi film oyuncususunuz! Haydi hooop şarkıcısınız! Derken programcı olmuşsunuz… Sunucusunuz… Eğlence programı yapımcısı haline gelmişsiniz… Dizi film ve klip yönetmenisiniz… Şirket sahibi oluveriyorsunuz… Patronsunuz…. Politikacısınız… Ombudsman olmuşsunuz… Kısacası her an, her şey olabilirsiniz”! Yeter ki sizin ne olacağınıza “birileri” karar versin ve o birileri size “yürü ya kulum!” desinler…
Böylesine “dönüştürücü”, yatay ve dikey olarak bu denli yoğun “pozisyon değiştirme” olanağı sunan bir kültür-sanat ortamını, Allah her kese nasip etmez tabii! Dolayısıyla şükretmeyi ve fırsatları değerlendirmeyi bilmek lazım… Bugün evden çıkarken “niyet ettim Allah rızası için star olmaya” demeyi ihmal etmeyin! Gerçekten eğer Türkiye’de yaşıyorsanız, bu bir rüya değildir. “Türkiye şartları” denilen özel şartlar içinde, her imkana her an sahip olabilirsiniz. Bugün evden “sokaktaki adam” olarak çıkıp, akşamına kalmadan “star” olma şansınız vardır! Daha dün sizi ailenizden ve birkaç arkadaşınızdan başka kimse tanımazken, bir anda “milyonların sevgilisi” haline gelebilirsiniz. Bunlar kaçırılmayacak ve üzerinde ciddiyetle düşünülmesi gereken fırsatlardır… Yani her şey önünüzde! “İzlediğiniz kanal önünüzde, izlemediğiniz…”
METAMORFİK TOPLUM, METAMORFİK MÜZİKLER…
Türkiye, “modernleşme” adı altında tamamen “metamorfik” bir süreç yaşadı ve yaşıyor. Bana göre Türkiye’ye özgü haliyle yaşanmakta olan ve artık “post-”u da çıkarılmış olan modernlik, günümüzde ulaştığı içerik bakımından tam anlamıyla bir “metamorfizma”nın eseridir. 200 küsur yıldır, Türkiye’de yaşanan siyasal, toplumsal, ekonomik ve kültürel koşulların belirlediği “basınç ve ısı” değişimi, Türkiye toplumu üzerinde kalıcı bir “metamorfizma”ya, yani “başkalaşma”ya yol açmıştır. Bu süreç, hiçbir şekilde geri dönüşü olabilecek bir süreç değildir. Dolayısıyla bizler, tıpkı metamorfik kayaçlar gibi, artık “başkalaşmış” insanlarız… Görünüşümüz daha “pırıltılı”… “Kayganlığımız” artmış durumda… “Mukavemet”imizin ne kadar olduğunu bilemiyorum ama bana pek de “dayanıklı”ymışız gibi gelmiyor… Olsun! Görünüşte iyi olalım da gerisi önemli değil…
Dolayısıyla müzik alanında da müthiş bir “başkalaşma” söz konusu. Ne geleneksel olan geleneksele benziyor, ne de modern olan moderne. Bulamaç halini almış bir müzik kültürü edinilmiş durumda. Erkan Oğur’un kulakları çınlasın; kendisine “müzik piyasası hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye soran bir gazeteciye verdiği yanıtla belki de yukarıdan beri açıklamaya çalıştığım süreci en iyi şekilde ifade etmiş oluyor: “Müzik ve piyasa bana yan yana gelebilir kavramlarmış gibi gelmiyor: müzik varsa piyasa olmaz, piyasa varsa müzik olmaz!” Tıpkı Nasreddin Hoca’nın “kedi-ciğer” hikayesi gibi değil mi? Bu “müzik piyasası” yaklaşımı, Türkiye’de bir “müzik-eğlence” ikilisi de yaratmış oldu. Yani “müzik” deyince “eğlence”, “eğlence” deyince de doğrudan “müzik” akla geliyor, çoğunlukla. İnsanlarımız müzik duyar duymaz alkışlamak üzere ellerini “hazır ol” vaziyetine alıp, yüzlerinde beliren “tebessüm” ile, eğlencenin tadına varmak istiyorlar. En ciddi konserlerden sonra bile, çoğunlukla en yakınınızdakilerden “dostça” tavsiyeler alıyorsunuz:
-“Yahu şöyle biraz daha hareketli bir şeyler çalıp söyleseniz daha iyi olmaz mı?”
veya
-“Repertuarınız dinleyiciye biraz ağır geliyor galiba?”
gibisinden… Bunların hiçbirini artık yadırgamamak gerekiyor. “Action kültürü”nün bu derece yoğunlaştığı, birbiriyle alakalı-alakasız milyonlarca görüntünün, insanların gözleri önünden yıldırım hızıyla geçiverdiği bir kültürel ortamda, tabii ki kimsenin “anlamaya yetecek kadar bir süre” için bile beklemeye, sabır ve tahammülleri kalmamış durumda…
Müzik hareketli olmalıdır ve bu hareket insanda eğlenme hissi yaratmalıdır! Eğlendirmezse para yok! Eğlenmenin göstergesi ne? Alkış!
-“Alkış…”
-“Aman alkışlayalım!”
-“Hemen alkışlayalım!”
-“Aman yanlış anlaşılır, ayıp olur, beğenmediğimizi falan zannederler sonra…”
-“Bravo, bravo! Ay ne alkışladık be, vallahi ellerimiz patladı! Baksana, kabarmış yani…”
-“Sen neden alkışlamıyorsun? Aman kendini beğenmiş sen de! Zaten hiç bir şeyi beğenmezsin ki!”
Aslında gönül arzu ediyor ki gerçekten yürekten alkışlanmaya değer bir şeyler olsun Türkiye’de… Olmalı! Bu en samimi dileğimdir. Ancak şimdiki durumda daha gidilmesi gereken çok yol olduğunu düşünüyorum.
Bitirirken, yine İlhan Mimaroğlu’nun bir değerlendirmesi geliyor aklıma:
“Yeni, kelimenin içerdiği manada “yeni” olmadıkça, eski olduğu gibi kalmalıdır” diyor Mimaroğlu…
İyi ama “yeni” bir türlü ortaya çıkamıyorken, “eski” nereden bulunacak ki?