BİLDİRİLER |
ANLAM
İÇİNDE MÜZİK YAPMAK
Doç. A. Bülent Alaner
Anadolu Ünv. Devlet Kons.
Eskişehir
* Cumhuriyetimizin 80. Yılında
Müzik
Sempozyumu, 30-31 Ekim 2003,
İnönü Üniversitesi, Malatya
Bildiriler,s.290-296
Bu çalışmada ortaya
konulmak istenen felsefe, müziğin farklı bir ifade tarzı olduğu ve
müzisyenlikte müzikal sunumun bir eksen olduğunu savunmaktır. Müzisyenlik,
müzikal çalışmaların açıkça veya üstü kapalı olarak ifade edildiği sunumsal
sonunun inşa edilmesi ile geliştirilir. Müzik çalışmaları, birden fazla boyut
içeren sosyo-sanatsal yapılardır. Müzik yapımcıları
ve dinleyiciler, müzisyenlikleri bir çalışmada sunulan verilerle uyuştuğu
sürece kişilik gelişimlerini, yapımcılık bilgilerini ve deneyimsel boyutlarını
geliştirebilirler.
Müzisyenliği meydana getiren baskın özelliklerin çoğunun,
zorunlu olarak söz içermeyen ve durumsal olduğu bilgisinden yola çıkarak,
öğretildiği, öğrenildiği ve kullanıldığı şekilde müzisyenliğin gelişimi müzikal
durumların orijinalitesi ile yakından ilgilidir. Bu yüzden, müziksel anlaşımı
şekillendirmek için müzikal hareket ve anlam birlikte çalışmaktadır.
Bu tür pek çok karakteristiği kombinasyon halinde
sergilediğinden, müzik, insan pratiğinin yüksek derecede sosyal ve statülü bir
şeklidir. Fakat, üzerinde inceleme yapılması gereken ek karakteristikler de
vardır. Gerçekten de, müziğin, müzisyenliğin ve müzikal çalışmalarının
anlamasal doğasını kavramak, müzik eğitiminin doğasını ve değerlerini kavramak
açısından gereklidir.
Burada, müziğin yapımının kurgulanması, sunulması,
yönetilmesi, doğaçlanması, ve düzenlenmesi içindeki ve arasındaki karşılıklı
dayanışmayı inceleyeceğim.
1- Anlam İçinde
Bestelemek
Bir sunumun müzisyenliği karmaşık olarak düşünüldüğünde,
direkt olsun veya olmasın pek çok insan öğrenme-öğretme teşebbüsüne katılırlar.
Kendini çok iyi yetiştirmiş insanlar bile kaçınılmaz olarak gelmiş ve geçmiş
pratisyenleri direkt (kişisel öneri
yoluyla), veya direkt olmadan (kitaplarla,
konserlerle, kayıtlarla ve video çekimleriyle) referans gösterirler.
Filozof Alasdair Maclntyre,
bu gözlemlerin önemini şöyle özetler: "Bir sunumu izlemek, sadece mevcut
sunumcularla bağlantıya geçmek değil, aynı zamanda,
bizi bu sunuma yönlendiren önceki sunumlarla ilişkilendirmektedir, özellikle
şimdiki sunumlarına ulaşılmasını etkileyen geliştirici yaklaşımlarla ."
Şimdi bu düşünceleri bestelemeye uyarlayalım. Bir birey,
bestelemeye başladığında asla "yalnız" gibi hareket etmez. Besteleri
her zaman bir "duruma" sahiptir ve bir çok şekilde sosyaldir.
Öncelikle, belirli çeşit müziklerin bestelenmesi, gelmiş ve geçmişte
kendilerini belirli besteleme sunum
yöntem ve otoritelerine (veya standart ve
geleneklere) adamış diğer bestecilerin ve sunumcuların etkisinde gelişir. Nicholas Wolterstorff'un da bize
hatırlattığı gibi, besteciler, tüm müzikal sunumcular gibi, bestelerini müzik
pratiklerinin tarihindeki mutlak bir noktadan ve yerden çıkarak yaparlar.
Besteleme işi, belirli bir grup müzik pratisyenlerinin savunduğu, arıttığı ve
dönüm noktası halindeki eserlerde beste olarak oluşturdukları eserleri kültüre
dayalı ve pratiğe dökülmüş halde anlayarak ve düşünerek başarılabilir.
İkinci olarak, besteleme oldukça anlamsal bir iştir ve
bestekarlar genellikle soyutlamalardan yola çıkarak müzikal fikirlerini seçip
geliştirmezler. Bestekarlar basitçe "beste"
yapmazlar. Özel müzik şekillerini bestelerler. Böylelikle, bestekarlar,
izlemeye, ayarlamaya, tekrar geliştirmeye veya ilerletmeye karar verdikleri
kompozisyonsal sunumların tanınmış modellerine ve kriterlerine bağlıdırlar.
Üçüncüsü ise, bestecilerin kendi beste ve sunumları için
kanal ve değerlendirme aracı olarak kullandığı yollardır. Bestekarlar zorunlu
olarak beste yaptıkları enstrüman ve sesleri eserlerini kimin sunacağı ve (bazen de) eserlerinin nerede sunulacağı
açısından düşünmek zorundadırlar. Gerçekte, bestekarlar, çoğunlukla tek bir
solo, küçük grup veya özel olaylar için bestelerini yaparlar. Buna bağlı
olarak, bestekarlar, sunumcular ve orkestra şefleri arasında sağlam bir
iletişim ağı vardır. Çünkü besteciler genellikle eserlerinin iyi bir şeklide
yorumlanmasını ve sunulmasını isterler (kusursuz
bireyselliğe ve anlamsal kriterlere bağlı olarak). Bu yüzden de bestekarların
niyetlerini sunumculara direkt olmadan (amaçlar
ve yazılı ifadelerle) ve olarak (kişisel
olarak) aktarmayı öğrenmeleri gerekmektedir.
Buradan yola çıkarak, müzikal
hedeflerin sadece sesleri öngörmediğini, aynı zamanda sunumcu ve orkestra
şeflerinin hareketlerine dayalı olduğunu (veya,
en azından, rehberlik görevi gördüğünü) anlıyoruz. Başka bir deyişle, “sunumların performansları müzikal
çalışmaların ayrılmaz öğeleridir”, çünkü bestekarlar bestelerini yaparken
sunumlarını da göz önüne alarak hareket ederler. Filozof Wolterstorff'un
da açıkladığı gibi, "müzikal
çalışmaların sadece seslerden oluştuğunu düşünmek bir hata olur - hatta sadece
belirli bir şekilde duyulan seslerden meydana geldiğini düşünmek bile-. Aynı
zamanda hareketlerden de meydana gelirler. Müzik sadece seslerin sanatı değil,
sesler, sessizlikler ve hareketlerin sanatıdır."
Tüm bu düşünceler bizi bu uygulayıcı felsefenin temel bir
temasına götürmektedir. Müzikal kompozisyonların doğası ve kimlikleri sosyal
ilişkilerle sıkı sıkıya bağlanmıştır. Bundan dolayı, müzikal çalışmalar özerk
estetik nesneler değillerdir. İşitsel materyallerin doğasından kompozisyonsal
prosedürlerine, müzikal ifadelerinden ve sunumundan müzikal yorumunun ve
sunumunun sanatsal uyarlamalarına kadar müzikal bir sunumda duyulan her şey
sanatsaldır. Bestekarlar kasten "bulunmuş
sesler" katmadıkları müddetçe, kompozisyonların materyal olan
bölümleri bile (örneğin ölçü tonları) teorik ve sunumsal gelişimlerin üretimlerinin
sonucudur.
Besteci ve sunumcular arasındaki söze dayalı ilişkiye ek
olarak, bestekarlar bir o kadar önemli (gerçi
daha uzak olmasıyla birlikte) olan ilişkiyi potansiyel dinleyicileriyle
kurmak durumundadırlar. Bestekarlar genellikle gelecekteki dinleyicilerinin
seçim ve dinleme yetenekleri hakkında tahminler yaptıkları için, besteleme
sürecinden önce yada süreç boyunca dinleyicilerinin fikirlerine önem verirler (direkt olarak veya olmadan). Örnek
olarak (ve en temel ilke olarak),
besteciler, her yeni besteyi yaparken yeni müzik materyalleri keşfetmezler. Aleatorik sunumların dışında, çoğu besteci kendi müzik
kültürleri tarafından önceden belirlenmiş sesleri kullanırlar (örneğin, bizim ezgilerimiz, bizim
tınılarımız). Böylelikle, dinleme prosedürleri, bestekarların kararlarını
ve hareketlerini etkiler.
Bunun yanında, besteciler
çoğunlukla sözlü imgelemlerinde bestelerini açıklamak veya müzikal düşünceleri
geliştirdikleri ve seçtikleri şekilde dinledikleri için, sıklıkla bestelerinin
dinleyicilerinin mevcut dinleme alışkanlıklarını karşılayacak veya bundan ayrılacak
olması konusunda şüphe yaşarlar. Milton Babbitt gibi bazı bestekarlar aşırı derecede kültürlü
dinleyiciler için besteler yaparlar. Diğerleri çalışmalarını dinlenmesi daha
kolay biçimde yaparlar. Geleneksel dinleme prosedürlerinde değişikleri zorlayan
pek çok besteci bile genellikle çalışmalarının dinleyicilere sunabileceği
problemlerin (sözlü, kültürel ve
reklamsal) farkındadırlar. Sonuç olarak, çoğu zaman yardım önerirler.
Örneğin, çoğu "yeni müzik"
sunumları, bestecilerin, orkestra şeflerinin
ve sunumcuların dinleyicilerin resmi müzikal analizler, anlamsal
ipuçları, tarih ve içerik bakımından kavrama sağlayan, grafiksel dinleme
rehberi görevi gören veya yeni çalışmaları dinlerken doğru bir şekilde
anlamalarını kolaylaştıracak sunum öncesi bilgilendirme seansları
düzenlenmektedir.
Tüm bu yollarla, besteciler ve gerçek ya
da olması düşlenen dinleyiciler arasında bir karşılıklı yanıt alınıp verilen
bir değişime zemin sağlanır ve çoğu zaman eski dinleme yolları ve yeni
besteleme yolları arasında bağlantı oluşturulur. Ve besteciler mevcut bir
sunumda bilinen dinleme kalıplarını ister bağlasın ister uzatmaya karar
versinler, bu tür kararların dinleyiciyi dikkate aldıklarını gösterir. Burada
tekrar kompozisyonların şekil ve içeriklerinin kültürel ve sosyal ilişkileri
yansıttıkları görülmektedir.
Ne kadar bireysel yaratılmış veya faydacı gözükmese de, tüm
müzik çalışmaları sosyal ve pratik gerçeklerle bir aradadır. Müzikal
çalışmalar, doğal olarak toplu yapılardır; bestecilerin farklı zaman ve
yerlerde yaptıkları bestelerle bağlantılı ve onlar sayesinde aktarılmış olarak
sosyal ve kültürel olayları içerirler. Wolterstorff
şöyle toplamaktadır:
“Besteciler kendilerini seslerle sınırlamazlar. Bazı noktalarda bu
çalışmaların kimliğini belirtir şekilde ve çoğu zaman da sosyal olaylar bu
eserlerin temel parçaları olmuşturlar. Bu çalışmaların nedenini mantığını
oluşturmuşlardır. Bir sanat çalışmasının temeli hiçbir zaman sadece çalışmanın
kendisine ya da sanatçısına bağlı değildir. Hatta
kimliği de.”
2- Anlam İçinde
Sunum Yapmak
Bestecilerin, kendilerini dinleyen insanların nasıl sunum ve
dinleme alışkanlıkları olduğunu bilmesinin gerekli olması gibi, sunumcuların da
besteleme ve dinleme pratikleri hakkında bilgi sahibi olmaları gerekmektedir.
Bunun nedeni sunum yapmanın biraz daha fazla sonuca yakın olması olarak
görülebilir. Bir sunumcu ile konuşmacının neler yaptığını karşılaştırmak
yararlıdır. Thomas Carson Mark, bu karşılaştırmayı
başka bir şekilde geliştirmiştir. Sıradaki tartışmayı şekillendirmek için
Mark'ın fikirlerinden bazılarını ödünç aldım.
Mesela, Mesut adlı bir arkadaşımla
tenis oynadığımı farz edelim. Üç seti de kayıpsız kazandıktan sonra, Mesut
ağlara koşar ve kahramanca sorar: "Bülent,
şimdi bırakıyor musun artık?" Ben de ölümsüz kelimeleri mırıldanırım
ve derim ki: "Daha savaşmaya
başlamadım!"
Gerçekte ne yaptım? Önce (ve teniste kötü bir şekilde yenilmemin yanı
sıra), John Paul Jones'ten alıntı yaptım. Alıntı
yapmanın iki bakış açısı vardır:
(1) bir diğer insanın özlü sözünü tekrar üretmek ve
(2) bir insanın kendi sözlerinin bir başkasınınkiyle uyuştuğunu kasten ima
etmek.
Mark, bunun başka birinin özlü sözlerini tekrarlamanın, bir mırıltıyı
sadece söz olmaktan çıkarıp alıntı yaparak, kasıtlı ima yapmak olduğunu
söylüyor.
İkinci olarak, Mesut’a kelimelerle karşılık vermeyi kararlaştırırken, "Henüz savaşmaya başlamadım!"
(basitçe "Evet" ya da "Hayır"
demek yerine) diyerek, sadece John Paul Jones'ten
alıntı yapmıyorum. Bu özlü sözü bir şeyleri iddia etmek için kullanıyorum.
Partnerimin onun düşündüğü kadar kolay teslim olmayacağımı anlamasını
istiyorum.
Müzik sunumu açısından alıntı
yapmanın ve iddia etmenin pek çok önemli paralel boyutu vardır. Örnek olarak,
bir piyanistin Bach'ın 2 numaralı İngiliz Suitini
La minörde çaldığını söylerlerken, kısmen ifade etmeye çalıştığımız, sanatçının
çıkarttığı seslerin Bach asıllı olduğunu söylemektir.
Buraya kadar, bir müzik sunumcusu alıntı yaparken, konuşmacının yaptığından
farklı bir iş yapmamıştır diyebiliriz. Benzer olarak, Karayan’ın
Berlin Filarmoni’de yaptığı şeflik esnasında Schubert'in
“Bitmemiş Senfonisi”ni yönetirken
kısmen yaptığı şey, orkestranın Schubert'in eserinin
ima ettiği özlü sesler gibi sesler çıkartmasını sağlamak ve orkestranın
çıkarttığı seslerin Schubert asıllı olduğunu
garantiye almaktır.
Fakat, müzikal sunum için bundan
daha fazlası söz konusudur. Bu "fazla"
hususu, Mark'ın bir şeyden alıntı yapmak ve iddia etmek arasındaki farklılıkta
yatmaktadır. Bir sunum olarak başarılı olabilmek için, sunumu yapanın ya da orkestra yöneticisinin sadece bestecinin sinyal
verdikleriyle yetinmemesi gerekmektedir. Aynı zamanda konuşanın, dinleyicisinin
anlamasını istediğini de aktarması gerekmektedir. Mark şöyle açıklar:
“Dildeki iddia gibi, bildirinin temel prensibi (müzikal sunumlar için)
kasıtlı olmasıdır. Müzikte, olayların
müzikle açık seçik belirtildiği gibi, sunumcu ürettiği seslerin ikna
kabiliyetine sahip olduğunu bilir.... Bir sunumcunun maksadı - sesleri
oluşturmasının bir sunuma dönüşmesindeki amacı – dinleyicilerin, üretilen sesleri, kelimelerle gerçek olduğuna
inanılarak oluşturulmuş inancına paralel olan iddiayı önemsedikleri için
dinlemeleridir.
Bir başka deyişle, John Paul Jones'in
sözlerini bir noktanın iddiası için kullanmış olmam demek, Jones'in
dediğini anlamış olmam ve sözlerini doğru olarak yorumlamış olmam demektir.
Bir müzikal çalışmayı sunmak,
birinin sözlerini bir iddiada bulunmak için kullanmakla paraleldir. Bir
sunumcu, bir müzikal kompozisyonu yorumlarken kendi kişisel “anlayışını” ortaya koyar. Bir müzikal
sunum sadece basitçe duyulabilen hedefin anlatmak istediğini anlatan bir ürün
değildir. Sunum orijinal bir tablonun ya da
baskının fotokopisini yapmak değildir;
eğer öyle olsaydı, bir amaca yönelik herhangi doyurucu bir ürün, bir diğerine
benzerdi. Fakat müzikal gerçeklikte iş böyle değildir. Gerçekten müzik
dinlemenin en eğlenceli yönlerinden bir tanesi de özel bir sanatçının (veya küçük bir grubun) mevcut
kompozisyonla ilgili “yorumu” için
dinlemektir. Bir müzikal yorumun
kalitesi, sunuma katılanların müziksel anlayışını -müzisyenliğini- ifade
etmektedir. Müziğin sunumsal bir sanat olduğunu söylerken ifade ettiğimiz şey
budur.
Kısaca, sunum sadece verilmek isteneni kafasında
oluşturamamış insanlar için müzikal çalışmaları gerçeğe geçirmek değildir. Bir
sunum, bir müzisyenin verilen bir müzik kompozisyonunu kesin bir anlama
oturtarak pek çok boyutunu anlamasını yansıtır ve böylelikle sunumun kendisi
bilgili dinleyicilerin yorumuna ve kritiklerine açıktır.
3-Müzikal
Yorumlama
Bir müzikal sunumun başarısı, mevcut bir kompozisyondaki tüm
ilgili boyutların görülmesine bağlıdır. Sunumun uygun standartlara ve
geleneklere bağlı olarak sözlü ve sözsüz kalıplarının üretilmesinin ve
sunulmasının bilinmesinin yanı sıra, sunumcular, kompozisyonun ifadesel mi
yoksa sunumsal mı olduğunu anlamak zorundadırlar. Eğer bu boyutlardan biri ya da her ikisi mevcut ise, sunumcular bu boyutların
kompozisyona bir bütün olacak şekilde nasıl etki edeceğine karar vermelidirler.
Sunan kişiler aynı zamanda zamanla anlaşılır duruma gelen kompozisyonda farklı
boyutların farklı zamanlarda bağıl etkilerinin nasıl olacağına da karar
verebilmelidirler. Bu anlayışları bir sunuma aktarabilmek, intramüziksel
(müzik içinden), intermüziksel
(müzik dışından) ve anlamsal
bağlantıları olay örgüsünü oluşturmak ve zamana dökmek suretiyle ayrıntılı bir
kavram haritası haline getirmekle eşdeğerdir.
Fakat bundan fazlası da vardır. Sunum yaptıkları esnada,
sunumcular, bir kompozisyondan anladıklarını
(a) bestecinin neyi anlatmış
olduğunu/ olması gerektiğini/ olmuş olabileceği
(b) geçmişteki sunumcuların neyi
ima etmiş olduğunu/ olması gerektiğini/ olmuş olabileceği
(c) dinleyicilerinin
kompozisyonda neyi vurgulanmış olarak duymaktan zevk alabileceği
(d) bunlardan bir kaçının
kombinasyonu ile bağlantılı olarak düşünmek zorundadırlar.
Bu düşünceler, aynı kompozisyonun yorumlarının
karşılaştırılmasının neden sadece mümkün değil aynı zamanda akla uygun
olabileceğinin açıklamasını yapmaktadır. Aynı heykelin üzerine yansıyan spot
ışıkları gibi, farklı yorumlar bir kompozisyonun dizaynını, ve eğer sunulmuş
ise müzikal ifadeciliğini ve müziksel sunumunun farklı detaylarını açığa
çıkarabilir veya saklayabilir. İkinci olarak, sunumcular ve orkestra şefleri
bir bestecinin imalarını veya yönergelerini veya bir pratiğe geçmiş kompozisyonu
yorumlamanın geleneksel yollarını tekrar düşünmeye karar verebilirler.
Özellikle de bu yollar çapraşık olduğunda. Üçüncü olarak, sunumcular ve
orkestra şefleri mevcut bir sunumun dinlenmesi ve sunulması ile ilgili olarak
düşündükleri orijinal standartları ve durumlarından anladıklarını tekrar
oluşturabilirler. Kısacası, çoğu (ama
hepsi değil) kompozisyon ve sunum, kişisel veya tanıtılmış ve doğruluğu
kanıtlanmış müzikal inançlar için geniş bir olasılık yelpazesi sunmaktadır. Sparshott, amaç için şöyle demektedir:
"emretmez fakat sadece açıkça
belirtir ve böylelikle pek çok olasılık sunar."
Tüm bu noktaları başka bir perspektiften açıklayalım. Sunum
yapmak sadece bir sanatçının yazılı imalarını mümkün oldukça itaat ederek
tekrar oluşturma işi değildir. Bir bestecinin müziksel imgelemini duyması ve
kağıda aktarması gerçek bir sunum değildir. Sonuç olarak, bir bestecinin son
olarak yazdığı şey, eserin amacı değildir. Gerçek anlamda bir sunumda, kararlar
öyle bir şekilde verilir ve nihayete erdirilir ki (başarılı ya da değil), sunumun her
detayı belirlenmiştir. Buna karşılık olarak, bir bestecinin kendi eseri ile
ilgili imgesel duyuşu, somut karar verme süreci gerektirmez. Başka bir deyişle,
bir kompozisyonun düşünülen sunumu belirsizdir. Bu da bir sunumcunun (ya da orkestra
şefinin) eseri nasıl bestecisinin ima etmeye çalıştığından daha başarılı,
yada değişik (fakat hala yarışabilir)
bir şekilde yorumlayabileceğini açılamaktadır. Aynı zamanda uzman bir
sunumcunun neden bir müzikal amacın belirtilmesi konusunu en iyi
bilebileceğinin kanıtı olmaktadır. Sadece bir müzikal kompozisyonun sanatsal
sunumu olduğu için bestecinin her tasarladığına gerçekten karar verilir.
Bir eserin sanatsal bir müzik
sunumunun "çalışmanın en sözsüz
tanımlaması" olduğu savına katılmaktayım. Aynı zamanda bir müzikal
kompozisyonun gerçek anlamda başarılı bir performansının bir sanatsal
sunumcunun mevcut eserle ilgili önemli olarak algıladığı tüm bağlantıların ve
değerlerin sözsüz açıklaması olduğunu da ekleyebilirim. Alan Goldman bunu şöyle açıklamaktadır:
"bir sunum, ...zamana koyar,
örneklendirir ve ya üstü kapalı olarak sunumcunun
yorumunu sergiler. Örneklendirdiği veya kapalı olarak ilettiği şeyler, parçada
mevcut olan değerleri sunumcunun yansıttığı şekilde sunarak çalışmanın ve parçalarının
bir açıklamasını yapmaktadır."
Müzikal sunumları yapma ve dinlemeden zevk almamızın temel
sebeplerinden birisi, sunumdaki yorumun zenginliğinden kaynaklanmaktadır. Bir
sunum, yaratıcılarını kompozisyonların doyurucu yorumlarını yapmaları hususunda
kriter olarak kullandıkları materyalleri geliştirmeye ittiğinde, sunumda
kendiliğinden oluşan bir dinamik olduğundan, kendini geliştirme oranları ve
zevk almaları daha da yükselecektir. Yorumlayıcı seçenekler, sunumcular ve
dinleyiciler için daha fazla bulmak, çözmek ve ifade etmek için şans
verecektir. Buna bağlı olarak, yorumlayıcı seçenekler müzisyenliğin dinamik
gelişimine davetiye çıkarır, gelişime teşvik eder, ve rekabet sağlar.
Bu düşünceleri şu şekilde bağlayabiliriz. Bir müzikal sunum,
her zaman bir ya da iki müzik anlamda sanatsal
çalışma içerir. Örnek olarak, piyanist Ivo Pogorelich, Bach'ın İki numaralı
İngiliz Suitini La minörde çalarken bizim
anladığımız:
(1) Bach'ın La Minör iki numaralı
İngiliz Suiti
çalışmasının içerdiği birden fazla boyutu,
(2) Pogorelich'in müzisyenliğidir.
4-Şartlar ve Etikler
Müzikal sunum sıklıkla temel
ahlaksal ikilemler içermektedir. Bir taraftan bilinçli dinleyiciler genellikle
sunumculardan bir müzikal amacın çizdiği sınırlar içerisinde müzikal
kişiliklerini uygulamalarını beklerler. Diğer taraftan, mevcut sunumun sanatsal
genel geçerliğini koruyarak ve bunun bilinciyle hareket ederek bir sunuma
tümevarımla yaklaşmaları beklenir. Bu türden bir sınırlama, bir sunumun tutarlı
bir müzikal amaca yönelik olması (sözlü/korosal
geleneklerde) veya hatırı sayılır bir şekilde aslına uygun olarak
kalmasına, bir karakteristiğe ulaşmasını ortaya çıkartabilir (denetlenebilen bilgi). Morris Grossman, bundan dolayı, “sunumun kısıtlama ve özgürlük arasında
kalmış önemli boyutta gerginlik içermesi bir “çifte sınırlamaya” yol açmaktadır” demektedir.
Gerçekte, rekabetçi, usta ve
uzman sunumcular basitçe bir amacı yerine getirmeye çalışmazlar. Bir
kompozisyonun farklı boyutlarına bağlı olarak ne istediğine ve neye ihtiyacı
olduğuna karar vermeleri söz konusudur. Sonradan tekrar iyileştirdikleri,
yaptıkları, onayladıkları ve düşündükleri bir kompozisyonun prova ve sunumunda “taslak”larını üretirler. Bu tür “araştırma” çeşidindeki çalışmaların
temelinde sunucular ne sağlayacaklarına karar vermek durumundadırlar. Sunum
aşaması, insanların bir kompozisyon hakkında sanatsal kısıtlamaları hakkında (ve sunumu hakkında) ve kısıtlamalarını
gerçekleştirmek için ima ettikleri yolu izleyecekleri prosedürlere karar
vermeleri aşamasını içerir.
Amacın çapraşıklığı bu yorumsal
ve ahlaki karar verme sürecini daha da zorlaştırmaktadır. Örnek olarak, yazılı
olarak belirtilmiş bir melodinin genellikle sözsel dizinleri daha uygun ve
dinamikleri, temposu, tınıları ve boğumlamaları daha oranlıdır. Benzer olarak,
bazı özellikler (mesela sekizlik notalar,
ritimler ve süsler) üstü kapalı olarak besteci tarafından belirtilebilir ya da hiç yer verilmez. Ek olarak, besteciler, genellikle (hatta hiç bir zaman) orkestra şeflerine
kaynak sağlamaktan, sunumcuları yorumlanan genel şekli oluşturmak açısından
açıkça yazılmış rehber direktiflerden ve müzikal bölümlere geçişlerden
ve doruğa ulaşma noktalarının hızlarını belirtmeyerek yoksun (belki de özgür) bırakırlar. Dahası,
bazı besteciler ve müzikal topluluklar yorumsal özgürlük ve doğallığı
savunmasına rağmen bazıları savunmamaktadır.
Öyleyse, çeşitli derecelere göre
bir kişi her hangi bir müzikal kompozisyonu yorumlama sorumluluğuna girişmesi
durumunda ahlaki sözleşmeler işin içine girer. Müzikal sunumlarımız ahlaki tutumlarımızla
paralellik gösterir. Tüm ahlaki durumlar için, kişiliğin belirlediği
sınırlamalar vardır. Varılmak istenen bir amaç yorumlamayla mümkün
kılınabilecek bir kişisel ifade oluşturma şansı vermektedir. Yine de amaçlar
bir çeşit otorite demektir. Grossman, buna bağlı
olarak her ve tek müzikal sunumun amacının “bulunmuş
bir icadın sunumu değil, araştırmanın sürekliliği olduğunu” belirtmiştir.
Belirtilen noktaları satırlara
dökülmemiş müzik sunumlarında bile, sunum kısıtlamaları hala geçerliliğini korur.
Cazın pek çok örneğinde, Afrika davullarında ve Arap enstrümantal müziğinde
sunumcunun müzisyenliği resmi ve resmi olmayan anlayışlara göre herkes
tarafından bilinen temalar veya
kalıpların orijinal varyasyonlarını gerektiren ve yücelten bir geleneğe uyma sorumluluğunu
yanında getirmektedir. Sözlü ve korosal sunumlarda bir sunumcunun kısıtlamaları
eserin amacı veya bestecisi değil, bir önceki sunumcunun ne yaptığı, ne
kaydettiği veya bir topluluğun neyi yapılmış olarak görme isteğidir. Örnek
olarak, genel olarak rock müzik dediğimiz müzikal
sunumlarda kaydedilen sunum, eserin amacından daha sert olabilmektedir. Bunun
nedeni, anımsanan bir performansın bir amaçtan daha ön planda olmasıdır.
Amaçlar, hatırlanan sunumların sahip olmadığı özgürlüğü sağlar. Bundan dolayı, rock müzisyenleri çoğunlukla kayıtlarının detaylarını canlı
performanslarla tekrar çözmek için pahalı girişimlerde bulunurlar. Hata
yaptıklarından hayranlarının genelde neşesi kaçar. Bunun nedeni kısmen rock müzik dinleyicilerinin (ve genel olarak müzik dinleyicilerinin) çoğunlukla (bilinçli olarak veya olmayarak) favorileri
olan sunumcuların müzikal kısıtlamaları belirtilmeden kayıtlarıyla paralel
olarak sunarak kayıtlarda oturttukları standartlara sahip olduklarını
kanıtlamaları gerektiğine inanmaktadırlar.
Bazı durumlarda, müzikal
sınırlamalar ve ahlaki sınırlamaları ayırt
etmek zordur. Örnek olarak, Sir Georg Solti’nin anavatanı
komünist rejimin baskısı altında iken Macaristan’a yönelik olarak yaptığı uzun
metrajlı reddiyesi, müzikal ve ahlaki karar verme arasındaki ince ayrımı gözler
önüne sermektedir. Bu tür kararlar farklı sanatçıların müzikal yorumlarını ve
sunumlarını dinlememizi etkilemekte midir? Ben etkilediğine inanmaktayım.
Müzikal sunumları neden, nasıl, ne zaman, nerede ve niçin dinlediğimiz
inançlarımıza ve bilgilerimize dayanır.
Buna bağlantılı olarak, Morris Grossman müzikal sınırlama
ve sanatsal bütünlük açısından piyanist Glenn Gould’un çok tutulan kararı olan kayıtlı stüdyoyu bir çeşit
“ahlaki ifade” olarak gördüğünden dolayı
canlı performanstan vazgeçmesini örnek olarak göstermektedir. Gould, müzik yapmanın ideal olarak gördüğü konusunda
uzlaştığı “canlı performansı”
sorgulamıştır (özellikle karakteristik
unsurları olarak risk ve gösterimi).
Kısaca, sunum pek çok sorumluluk ve etiğin
uygulanmasını da gerektirmektedir. Müzisyenlik yapmak ve bunu öğrenmek, farklı
müzik topluluklarında etkili olan farklı türde müzikal sınırlamaları ve etiklerini de öğretmeyi ve öğrenmeyi içermektedir. Tabii
ki, bu türde kararlar verirken her zaman düzenli bir yol izlemeyiz. Fakat bu
şaşırtıcı değildir. Müzik yapımının kalbini oluşturan kişinin kendisinden
başkasıyla yaptığı tüm diğer etiksel değerlerle bir
bütündür.
“Mükemmeliyetçilik” konusu bu bölümde karşımıza çıkan son noktadır. Müzikal kavrayışın takibi ve kişilik gelişimi, kendinden
emin oluş, akış ve kendine güvenden doğan öz kaliteyi birbirinden ayırmak oldukça zordur. Aristotele
bunu şu şekilde açıklamaktadır:
“Eğlence, başarılı bir aktivitenin yorumlanması sırasında o kadar ağır basan bir faktördür ki, edinilen
ve eğlenilen aktiviteler hemen hemen aynı
düzeydedir.”
Başka bir deyişle, gelişmekte
olan müzikal ahlak, uzmanlık ve mükemmeliyet için uğraşmak seçkincilik demek değildir. Kişilik gelişimi ve optimal deneyim için hem gerekli bir durum hem de doğal bir
kazançtır. Yani, gelişmek için verilmiş bir şans ve müzikal anlamda gelişim her
kişinin hakkıdır ve dolayısıyla dünyanın her yerindeki insanların faydalanması
gereken bir eğitim süreci haline getirilmelidir.
Sonuç olarak, müzik yapımı tüm
öğrenciler açısından uygulanabilir bir eğitimsel sondur. Müzik eğitiminde müzik
yapımı arka planda değildir. Müzik yapımı ve müzik dinlemek bağımsız değildir.
Daha da önemlisi, müzik yapımının kişinin kendisi ve diğerleri bakımından önemi
vardır. Müzik yapımının ana değerleri soyutlanmış değildir. Müzisyenliğin
gelişim süreci içerisinde, tüm öğrenciler kendi gelişimlerini, yapısalcı
bilgilerini, eğlencelerini ve kendilerine güvenlerini bir müzik yaşamı
oluşturmak suretiyle sürdürebilirler.
Alaner, A.B. “Müzikal
Pedagoji” ders notları- Eskişehir
Bruscia, E. K. (1998) The Dynamics of Music Psychotherapy. Gilsum, NH: Barcelona Publishers.
Elliott, D. J. (1995) Music Matters: A New Philosophy of Music
Education. New York:Oxford
University Press.
“What Should One Expect from a Philosophy
of Music Education?” Journal of Aesthetic Education 25, no. 3 (1991): 215-242
Mark, Thomas Carson. “Philosophy of Piano Playing: Reflections on the Concept of Performance.” Philosophy and Phenomenological Research 41
819819: 299-324
MacIntyre, Alasdair. After Virtue. 2d ed. Notre Dame, Ind.: University
of Notre Dame Pres, 1984
Wolterstorff, Nicholas.
Art in Action.
Grand Rapids, Mich: William B.Erdmas Publising. 1980