BİLDİRİLER |
MÜZİK DİSİPLİNİNİ BİLİMSEL KILMA ÇABALARI
Prof.Dr. Ali Güler
AİBÜ-Eğt.Fak.Dekanı
Bolu
* Cumhuriyetimizin 80. Yılında Müzik
Sempozyumu, 30-31 Ekim 2003,
İnönü Üniversitesi, Malatya
Bildiriler,s.181-185.
1. Evrenselleşme Nedir?
Evrenselleştirme çabası evrenselliğe
ulaşmayı hedefler. Evrensellik, “bir ölçüde global benimseme ve kültürel
değerlere uygunluk olarak tanımlanabilir. [1]
“Doğal olarak bu uygunluk ülke
ayırımı olmaksızın üzerinde maksimum düzeyde paylaşmanın gerçekleştiği
değerlerdir. Bu benimseyişin ulusçuluk açısından ele alınmasına temel olan
ölçü; söz konusu düşünce ve sanat ürününün ait olduğu ya
da hedef aldığı ulusun temel sosyal kurumları ve kültürel dokusu ile olan
etkileşimin niteliğidir. Ortaya çıkan yeri durum, tümlemenin (düşün ya da sanat ürünü) hem yerel hem de evrensel ilişkisidir.”[2]
Evrenselliği oluşturan olgular ve
önermeler bilimde farklı estetik yaklaşımda farklı bir boyutta ele alınmak
zorundadır.Bir estetik disiplin olarak müzik evrensel bir olgu olarak
tanımlanabilir. Ancak müziğin evrenselliği bilimsel olanın genel
geçerliliğinden farklıdır. Bilimin olguları her koşulda aynı sonuçları verecek
niteliktedir. Bu olgular doğrulanabilir ya da yanlışlanabilir oluşlardır. Sanatın özelliği ve nesnelliği
bilimsel nesnelden farklıdır. Sanat nesneli oluşturmada bilimsel ilkelerden
yararlanabilir. Ancak bir estetik konusu olan müziğin salt kendisi bilimsel
olarak nitelendirilemez. Bu oluş müzik için olumsuz bir niteleme değildir.
Sanatın evrenselleşme çabalarında bir gelişme hızı kazandıran bir niteliktir.
Tıpkı felsefe ve matematikte olduğu gibi. Açıkça belirtmek gerekir ki müziğin
evrenselleştirmede bilimselden yararlanmak başka şeydir. Sanatın bilimin sıkı
kalıplarına oturtmak başka bir şeydir. Esasen bunu yapma olanağı da yoktur.
Estetiğin bir kolu olan müziğin doğası gereği daraltılan müziğin kendisi değil,
müzik eserleridir. Sanatın kendisiyle, yapıtlarının nitelikleri farklıdır.
Genel ifadelerle özetlemek gerekirse sanat yapıtının özellikleri şöyle ifade
edilir.
-
Her
sanat yapıtı bir duygular ve düşünceler yumağıdır. Toplumsallaşmış bireyin
belli bir dünya görüşü çerçevesinde iç ve dış deneylerle ulaşmış olduğu çeşitli
bilgiler dışlaştırır.
-
Her
sanat yapıtının kökleri tarihselliğin derinliklerindendir. Birey olağanüstü bir
varlık olmadığına göre her sanat yapıtı belli özellikler ya
da öznellikler taşıyan tam tamına bir toplumsal üründür. Onda toplumun,giderek
dünyanın belli bir bakışla kavratılmış gerçekleri vardır.
-
Bir
yapıtın nesnelliği öznelde açıklanmış nesnelliktir.
-
Bir
yapıtın öznelliği de nesneli taşıyan öznelliktir. Yaratmak bulmaktır, olmayanı
olur kılmak değil, bu bir tür sistemleştirmedir, ama bilimsel sistemleştirmeden
farklıdır.
-
Her
sanat olgusu toplumsal bir olgudur ya da toplumsal
bir olgu olmak gerekir. Sanat ancak toplumsallığı ile yani herkesi
ilgilendirişiyle sanattır.
-
Sanatta
bireysel toplumsalı, öznel nesneli, tekil tümeli açıklamak için vardır. Sanat
yapıtının geneli açıklayan bir şema olması gerektiği anlamına gelmez. Bu,
evrensel nitelikli özelleri barındırdığı, bir özelde bir evrenselliği
yansıttığı anlamına gelir.
-
Toplum
yaşamı, insan dünyasını köklü bir biçimde açıklayan insanlık durumlarıyla
karşılaşılır. Sanatçı bu insanlık durumlarını sanata dönüştürür. Yerelde
evrenselin açıklanması da böyle olur.[3]
2. Sanat Olgularının Karakteri: İsmayil Hakkı Baltacıoğlu
sanat olgularının şu üç tür karakterini belirler: Doğal Karakterler, Toplumsal
Karakterler, Özel Karakterler.
A- Doğal Karakterler: Sanat yapıtları bütün doğal olgular
gibi dış bir varlık taşırlar. Sanat yaşamı, sanat duygusu yalnız sanatçımız ya da sanatçı kişiliği taşıyan “sosyal insanın” iç hayatına
girmekle kalmaz, sanatın toplumsal ve kolektif doğası onun bireysel
bilinçlerinin dışında nesnel bir biçimde cisimlendirir. Yukarıdaki sözü
edildiği gibi estetik anlayış ile sanat yapıtları ve işlevleri farklıdır. Bu
farklılık olgularla açıklanabiliyor. Sanat anlayışı estetiğin sanat yapıtları
bilimin konusu olabilir. “Sosyal insanın” sanatçı zevki, sanat tekniği dışında
belirginleşmiş, belli biçimler almış olan sanat kuralları, sanat örfleri ve
sanat gelenekleri vardır.[4] Sanat
yaşamının bu örgün nesnel şekline sanat kurumu denilir. Bu uslüp
(stil), bir okul, bir teknik, sanatın bireysel olarak kişiselleşmiş öznel
şekillerinden ayrı şeylerdir. Baltacıoğlu bunu,
“sanatçının yapıtlarıyla açıklık kazanmış, belirli bir zaman ve mekanda kolayca
değişmeyen sanat totemleri” olarak tanımlamaktadır.[5]
Bunlar bir tür sosyal tipleri düşündürür. Öyleyse sanat yapıtları nesnelleşmek
doğasında olan tasavvurlardır.
B- Toplumsal Karakter: Bütün toplumsal gerçeklerde olduğu
gibi sanat gerçeklerinde de zorlayıcı bir doğa vardır. Sanat kuralları
istenildiği zaman değiştirilen türden kurallar değildir. İçinde yaşanılan
toplumun sanat anlayışına zıt bir anlayış işlenirse, sanat yapıtının sanatsal
örflere aykırı bir bilinçle oluşturulursa halk tarafından dirençle karşılanır.
Yoksa başka kaygılarla bu anlayışı ter yüz etme olanağı yoktur. Halk tepki
göstermiyorsa bunun dışında gösterilen tepkiler gülünç olmaktan öteye varamaz.
Ancak yeni bir sanat zevkinin meydana gelmesi, yayılması ve halk tarafından
kabul edilmesi hiç de bireysel zorlama ile olmaz.[6]Türk
toplumu bunu yoğun olarak yaşamıştır. Halka rağmen sanatın geliştiğini söylemek
zordur. Belki değişik toplum katmanlarında farklı zamanlarda benimsenmiş
olabilir. Ancak bunun yaygınlaşması bir zevk eğitimi, bir kulak eğitimi ile
sağlanabilir. Kurumlar arası dayanışma ile bu sağlanabilirdi. Çünkü hiçbir
sanat zevki kendiliğinden oluşmaz. Bunu Baltacıoğlu
şöyle açıklamaktadır:
“Lale devri birden bire Türkler tarafından icad edilmiş değildir. O devrin natüralist plastiğinde ana
motif görevi Lale elemanı bir dekor elemanı olarak XII’nci
asırdan beri yavaş yavaş ve gizli bir dekorasyon
sahalarına, kitabelere, çeşmelere, mezartaşı
oymalarına sokuyordu. Hristiyanlık, İslamlık,
Rönesans, Romantizm önce nasıl yaygın bir halde hazırlandıysa, mimari, heykel,
resim, tiyatro, müzik zevkleri de öylece içten gelen bedensel ve deneyimsel bir
gelişimle hazırlanmıştır.”[7]
Atatürk döneminde başlatılan “Millileştirme” çabalarındaki
ulusal çalışmalarda halk ve onun ürünleri temel olarak alınmış, yaratılan
eserler hayranlık uyandırmıştır. Ancak zamanla bu anlayıştan uzaklaşılmış sanatçı bir anlamda halka yabancılaşmıştır.
Bir tür paradoks yaşanmıştır. Bir yanda alanda uzmanlaşmak durumunda olan
insanlar kaynak olarak halk müziğini almışlar, diğer yandan halk ve müziğini
hor görmüşlerdir. Bu anlayış Atatürk döneminde başlatılan hareketin
kısırlaşmasına yol açmıştır. Denilebilir ki müzikte çağdaşlaşma sürecinin
gecikmesinde bu anlayışın payı büyük olmuştur. Örneğin Kılıçbay
bu paradoksu savunur gibi şu esasları pekiştirmeye çalışmaktadır:
“Türkü yerel bir kültürel ögedir.
Yani bir uygarlık ürünü değildir. Çünkü evrensel boyutlu tınısı yoktur. Öte
yandan köhnedir, musikal ve sözel formları binlerce
yıl gerilere gitmektedir. Bu gün Türkiye’de ulusal bir türkü formu
gelişmemiştir. Her bölgenin, hatta neredeyse her ilçenin ayrı türkü tarzları
bulunmaktadır. Bunun zenginlik olduğu sakın iddia edilmesin, bu kadar yeni ve
arkalı bir kültür ögesini ulusal bir kültürün bir
parçası sanmak öyle sunmak ve “ulusal” kelimesinin ülkemizde bölündüğü
kutsallığın arkasına sığınarak, Türküye karşı çıkmanın ulusallığa karşı çıkmak
olduğu izlenimi uyandırmak, Türkiye’ye, Türk kültürüne yarar değil, zarardır.
Biz türkünün gitmesi gereken yere, yani arşive ve müzeye gitmesini
engelleyerek, kültürümüze ve geçmişte donmuş olarak kalmasına yol açıyoruz.
Kültürün yaşayan ve gelişen bir olgu olduğunu idrak edemiyoruz. Ama bundan daha
vahimi, türkünün uluslaşma öncesi bir form olduğunu ve yerellikleri öne
çıkartarak Türkiye’nin kültürel birleşmesini engellediğini bir türlü göremiyoruz.
Yerelliklerin aşılmadığı durumda, ulusallık zorunlu demektir ve nihayet,
evrensellik ölçülerini yakalamayan yerel kültürel bir ögeyi
muhafaza etmenin tek anlamı bu muhafızların evrensel ölçülerin çok dışında
olduklarıdır.”[8]
Bu tür eleştirilerin sıklıkla söylenmesi alanı tanımayanlara
kestirmeden eleştiri olanağı veriyor. Soruyorum size, çok seslilik adına
yapılan çalışmalardan hangisi Türk Halk müziği dışında gerçekleşmiştir.
Yerelden-ulusallığa, ulusaldan evrensele ulaşmak türküyü yermekle değil, batı
ölçülerine göre çalışmaların hızlanmasına bağlıdır. İşte yukarıda sıralanan
sözlerin gerisindeki zihniyet müziğin çağdaş normlarla benimsenmesini
geciktirmiştir. Özellikle müzik alanında çalışan alan uzmanlarına görev
düşmektedir. Yapılacak olan halkın müziğine ön yargısız estetik bir yaklaşımla
bilimsel teknikleri uygulamaktır. Sanatçı aykırılıkları kişiliğinde taşıyan bir
birey değildir. Sanatçı aykırılıkları resimleyen, seslendiren bir tavırda olmak
zorundadır. İçten sıklıkla eleştirilen türkü ve onun aleti olan bağlama
evrensel bir müzik aleti olma yolunda iken bu eleştirilere haklı bir gerekçe
bulmak zordur.
Sanatın toplumsal niteliklerini şu noktalarda toplamak
mümkündür.
-
Sanat
eserleri bireysel bilinçte değil, bir toplum içinde yaşayan insanın estetik
vicdanından doğarlar.
-
Sanatçı
ne kadar yalnız yaşarsa yaşasın kendi içinde ne derece kapanırsa kapansın,
toplumsal vicdanı olan toplumsal bir insandır.
-
Sanat
tekniklerinin, sanat değerlerinin ilk kaynağı işte bu toplumsal vicdandır.
Bunlar bireyde haz, korku, şehvet gibi bireysel eğilimlerden başka bir şey
taşımayan doğal olarak insanda, insanın doğal yapısında yoktur.
-
Sanatçıya
güzel anlayışını veren bağlı olduğu sosyal grubun duygularıdır. Sanatçıyla
tekniğini kazandıran, içinde yaşadı insanlığın yarattığı uygarlıktır.
Bireylerden oluşan toplumun teknik ekonomik türden yaşama biçimlerinden her
biri aynı zamanda bir sanatsal yaşama biçimidir.
-
Sanat
hayatı gelişmiş toplumlarda olduğu gibi hep ayrı ve özel bir etkinlik şeklinde
olmaz. İlkel topluluklarda dinsel törenlerdeki dansların bile bir sanat boyutu
vardır.
-
Toplumun
sanatsal bilinci hep iş bölümüne göre öbür sosyal görevlerden ayrılmış bir
kişi, sanatçının etkinliği şeklinde bölünmüş, kişiselleşmiş değildir. Bununla
birlikte, sanat yaşamının bu örgün ve toplu şekline karşı bütün toplum
bireylerin ait olmak üzere yaygın ve yaşayan bütün insanlar dinsel, ahlaki,
ekonomik bütün eserlerinde sanatsal duygularını bir dereceye kadar gösterirler.
Sanatsal zevk, sanatsal bilinç kişinin en temelli özelliklerinden biridir.
-
Sanat
eserlerinin mutlak içerikleri yoktur. Varlıkları zaman ve mekan ile
değişebilir.
-
Bir
zevkin olması, içinde yaşadı toplumun insanlarına bağlıdır. Bütün insanlar için
ortak olarak kabul edilebilecek tek sanat tipi yoktur. (Bilimde hep doğruyu
bulma, belli ölçütleri kabullenme vardır).
-
Güzellik
değeri iyilik ve doğruluk değerleri gibi toplumsal binice göre değişen bir
konudur. Gerçi sanatında uluslar arası olan uygarlığın yaşamasıyla sınırlıdır.
Uygarlıktaki yakınlık ise sanat tekniğindeki birliği doğurur (Türk toplumunun
çağdaşlaşma sürecinde ulaşmak istediği batı uygarlığının sanatı olmamalı,
ulaşılması gereken teknik yeterlik sorunudur).
-
Sanat
eserlerindeki değerler özgündür. Ancak aynı uygarlık grubuna giren toplumlar
genellikle toplumsal bünye bakımından birbirinin aynı yahut birbirinin çok
yakını olduklarından zevkleri arasında benzerlik bulunur (Türk toplumunun en
önemli sorunu bir yaşama tercihi olan zevkin doğu ile batı arasında
çekiştirilmesidir. Önemli olan ulusal zevki ifadedeki tekniğin türüdür).
-
Sanat
bilincini bize veren bireyselliğimiz değil, kişiliğimizdir. Doğal eğilimleri
sergileyen birey sadece oynar. Fakat sanat yaratmaya gücü yetmez. Bunun için
özgün evrensel bir görüşle birlikte bu görüşü halka yansıtacak bir tekniğe ihtiyacı
vardır. Sanat yaratmanın değerleri gibi tekniği de ancak toplumdan gelir.
Öyleyse insan birey olarak kaldıkça sanatçı değildir. Toplumsal kişiliğini
kazandıktan sonra sanatsal çalışmaya gücü yeter hale gelebilir. Türk halk
müziğini, yöresinin yapısını, kültürünü kavramayan bir kişinin bu konudaki
verilerden yararlanma olanağı olmaz. Olsa bile ısmarlama olur. Yabancı bir
müziğe Türkçe sözler yazmaya benzer.
-
Sanat
evrenin özel bir tekniği ile dinamik görünüşünden doğar. Doğal olarak insanda
ne bu teknik ne de bu görüş olmadığından, sanatsal yaratıcılık ta yoktur.
İnsanı sanatçı yapan sosyal duyuş ve bu duyuşun aracı olan eğitimdir. Sanat
taşıyıcı katılım değil, eğitimdir.
-
Sanatçılar
sanat dediğimiz canlı evren görüşünün örgün işçileridir. Her sosyal insanda bu
görüş yaygın ve bilinçsiz olarak vardır. Sosyal adam, söz söylerken bir hatibe,
dururken bir heykele, işlerken bir aktöre çok defa benzer. Bu durumlarıyla hem
öbür insanlara, hem de kendilerine estetik bir tat verdiği olur. Toplum içinde
büsbütün yoksun bir otomatın durumu değildir. Böyle olsaydı, insanla insanın
ortak hayatı çekilmez olurdu. Sosyal adam bu sanatsal kişiliği bilinçsiz olarak
taşıdığı içindir ki bu kişiliğin bilinçli ve örgün şeklini taşıyan asıl sanatçı
anlayabilir.[9]
C- Özel Karakterler: Sanatsal gerçeğin yalnız direnci değil, kendine göre tepkisi
de vardır. Bu tepkinin genel şekli önemsemektir. Önemsenmeyen bir anlayış
yaygınlaşamaz. Halkın önemsememesini küçümseyemez. Bunun bedeli ağır ödenir.
Türk müzik tarihine baktığınızda bunu kolayca görebilirsiniz.
3. Müziğin İşlevi: Müzik, ulusu bir bütün halinde
tutulan toplumsal bağlardan biridir. Müziğin bu alandaki işlevlerini şu
noktalarda toplamak mümkündür:
-
Müzik
öteki sanat kolları gibi toplumun isteklerini anlatır.
-
Müzik
bir rüya gibidir. Bir toplum içinde yaşayan sosyal özlemleri bilinçlendirerek,
bu özlemleri taşıyan insanlar arasında bilinç birliği, bir tür tinsel dayanışma
oluşturur. Toplumsal birliğe hizmet eder.
-
Müzik,
beklenen ve istenen bir yaşama değerini kaybetmemesi için bu müzik bireyin
içinde yaşadığı toplumun modern istek ve özlemlerini biçimlendirici bir nitelik
olması istenir.
-
Müzik
toplumsal iklimi yansıtır.
-
Müziğin
en önemli işlevi “kulak terbiyesi” denilen eğitimi verir.[10]
Kısacası, müzik alanına giren olgular aracılığıyla doğadaki
sesleri, insanların isteklerini apaçık kılmaktır. Doğadan hareketle,
yerelliğe-ulusallığa-evrenselliğe ulaşmaktır. Estetik disiplinin sağladığı
müzik mantığı ile değerleri yozlaştırmadan, kırmadan, kınamadan, toplumda
ayırım gözetmeden, bilimsel tekniklerle evrenseli yakalayıp insanı mutlu
kılmaktır. Bunun ötesinde bu disiplinin özünü tanımadan yapılacak her girişim
yaratı ürünü olan müziğin gerilemesini sağlar. Asıl bilimsel olmayan tutum
budur. Bu eğer bilgi eksikliği değilse psikolojik kaygı niteliği taşıyan
mesleki bir saplantıdır. Bilimde ve sanat felsefesinde saplantının yeri yoktur.
[1] Yahyagil, Mehmet
Y. “Ulusculuk ve Evrensellik” Yenil Yüzyıl. 3 Şubat
1995.
[2] a.g.y.
[3] Timuçin, Avşar.
Gerçekçi Düşüncenin Kaynakları, İstanbul, 1984, S.37-38.
[4] Baltacıoğlu, İsmayil Hakkı. Toplu Tedris, İstanbul, 1938, S. 214-217.
[5] a.g.e.s. 163
[6] a.g.e.s. 163
[7] a.g.e.s. 164
[8] Kılıçbay, Mehmet
Ali, Felsefesiz Sanat Oyunsuz Tarih, Ankara, 1995, s. 30-31
[9] Baltacıoğlu, İsmayil Hakkı, a.g.e.s. 166-167.
[10] Baltacıoğlu, İsmayil Hakkı, Toplu Tedris, 1938, s. 217-217.