Demokrasi Etnik Kavram Değildir
Gönderilme zamanı: 28 May Pzr, 18:07
Demokrasi Etnik Bir Kavram Değildir
Demokrasi kavramının etnik kökenle bağdaştırılmasını doğru bulmadığımı belirterek başlamak istiyorum. Çünkü demokrasi sınıfsal bir kavramdır.
Tarihte devlet kurmuş olan hiç bir uygarlık tek bir etnik temele dayanmamıştır.
Örneğin bilinen en büyük imparatorluk olan Roma İmparatorluğuna bakalım; Roma şehrinin kurucusu Etrüskler, yani ön Türkler olduğu halde, Roma devletinin kurucusu olanlar özellikle İtalya'da daha az nüfusa sahip olan bugün Çingene dediğimiz Romanlardır. Devletin kurucusu olan adını da kendi koyar, herkes Roman/Rum/Çingene falan değildir.
Roma şehrine girme nişanına sahip olan köle sahipleri efendiler, kırallar, kıralın askerleri ve papazlardı. Egemen olanlar bu sınıflardı, demokrasi bunlar için vardı, yani onlar özgürce dolaşabilir ve yasalardan yararlanabilirdi. Bu egemen sınıfların dışında kalanlar, yani halk sınıfları (laikler) özgür değillerdi.
Roma şehrine giriş özgürlüğü olmayanlar kimlerdi; köleler, toprağa bağlı köylüler, zanaatkarlar, müzik yapanlar, tamirciler, dokuma yapanlar,vb. çalışan üreten insanlar. Egemen olanın papazlarla dayanışma içinde olduğu, tacını kralın başına koyanın Tanrı olduğunu, bu yüzden bu tacın dokunulmaz olduğunu savunan egemen sınıflara karşı laikler / halk sınıfları “hayır o tacı başına kendin koydun, papaz efendiye koydurttun, Tanrıyı bu işe karıştırma” diyorlardı. Köle sahibi efendilere şehir meclislerinde sahip olduğu köle sayısı kadar temsil hakkı veriliyor ve buna da demokrasi diyorlardı. Bu meclislerde alınan kararlar asla kölelere özgürlük getiren kararlar olamazdı.
Devlet, organize olmuş egemenlik alanı demektir, kendi kurallarını koyar, ticareti vergileri belirler vb. Roma Hukuku da böyle doğmuştur. Roma hukuku Romalıların egemenliğini sağlama alacak ticaret hukukudur. Demek ki ticaret ortak çıkar ilişkisinin birinci maddesi oluyor.
Trabzon en önemli ticaret merkezlerinden biriydi Romalılarda, Asya'dan gelen kervanlar burada deniz araçlarına aktarılıyordu. Bu malları korsanlardan, çetelerden, eşkiyalardan korumak devletin varlığı için çok önemliydi. Ne yapacaktı Roma imparatoru bu durumda, buraya en güvendiği askerlerini yerleştirecekti ve öyle de yaptı.
Kıpti (Çingene) ülkesi demek olan Egypt’dan, yani bizim Mısır dediğimiz yerden Trabzon'a getirilip yerleştirilen Romalı askerler burada daha sonra Roma’dan ayrılarak bir devlet kurdular. Bu devlet de Trabzon civarının tamamen Romalı /Rum /Roman /Çingene olduğunu göstermez. (Dalgalı deniz demek olan Pontus sözcüğü sadece coğrafi bir terimdir, etnik adlandırma değildir.)
Bu noktada şunu da eklemek gerekir, bu kadar geniş coğrafyaya hükmeden Romalılar, askerlerini doğal olarak ticaretin kavşak noktalarına yerleştirdiler, bu nedenle harita üzerinde yerleşim yerlerine isimleri ilk onlar olmuştur. Bu nedenle Latince /Roma dilinde yer adları karşımıza çıkmaktadır.
Bu yer isimleri burada yaşayanların tümüyle Romalı /Rum olduğunu göstermez. Çünkü, Asya'dan Hazarın etrafından batıya doğru doğal göçlerle gelen ve binlerce yıl sınırsız yaşamış insanlara, ait oldukları obaları aşiretleri budunları boyları onların ait olduğu yeri belirlemeye yetiyordu. Nerelisin kavramına gereksinim yoktu.
Bu insanlar vaktiyle daha çok yaylalardan aşağı yayılmışlardır ki bu da bugün bile yazlık-kışlık yaşam alanlarını nasıl kullandıklarına işaret eder. Bu nedenle, tüm Karadeniz ve Anadolu yaylalarında, bir tane Roma döneminden isim bulunmaz. Kaçkar (yöresel şiveyle Kaşgar) dağlarının yaylalarına özellikle ele almak gerekir. Yayla göçerliği kültürü hala devam etmektedir. Bir çok dayanıklı yiyecek yaylalarda üretilir, adı oralarda konur, örneğin “Cimil peyniri”, “Ancer balı” gibi üretildiği yaylanın adı yiyeceğe konur. Yemek kültürünün yaylalardan aşağı geldiğini görüyoruz.
Kavurma veya kurutulmuş et yeme kültürü bir Asya kültürüdür ve bir yayla kültürüdür. Bu kültürler göçer kültürüdür şeklinde tanımlarla hafife alınmamalıdır. Sosyolojik tespit olarak biliniyorsa ki insanlar hep batıya doğru göç eder, bu noktada yaylalardan düze inme serüvenini anlamak gerekir. Yayladan düze inen sadece insanın kendisi midir, yoksa tüm ürettiği kültürlerle birlikte mi inmiştir?
Eğer kültürler arasında benzerlikler daha çoksa?
Yaşadığımız coğrafyada var olan kültürler arasında benzerliklerin ne kadar çok olduğuna dikkat edilirse, ayrılıkların ne kadar önemsiz olduğu ortaya çıkar.
Yıllardır bize sunulan sözde demokrasi kavramlarıyla ayrılıklar üzerinde beynimiz odaklandırılmaktadır. Oysa tam tersini yaparak benzerliklerin konuşulması gerekir. İnsanoğlu bundan daha fazla yarar görecektir.
Eğer belli bir coğrafyada yaşayan insanlar arasında sadece dil ve din farkı varsa, burada EĞER diyerek başlayacağımız cümleleri sıralamama izin veriniz.
–Eğer bugün Kayserililerde, Kars- Erzurum yaylalarında, Uygurlarda ve Macarlarda, benzer et saklama kültürü görüyorsak bunun bir hikmeti vardır.
-Eğer Azerbaycan'daki ve Dağıstan'daki yayla türkülerinde Rize Hemşin ve Trabzon yaylalarında söylenen uzun havaların aynı ezgi yapısını ve gırtlağını duyuyorsak bunun bir hikmeti vardır.
-Eğer Azerbaycan yaylalarında kız başı Hemşin kız başıyla aynı bağlanıyorsa, bunun bir hikmeti vardır.
-Eğer Dağıstan'da ve Çeçenistan'da eski halk çalgıları Karadeniz kemençesiyle ortak özellik gösteriyorsa bunun bir hikmeti vardır.
-Eğer tulum zurna, Macaristan'da (Asya, Hun kökenlidirler), Transilvanya'da, Artvin Yusufeli'ne yerleşmiş Ahıska Türklerinde, Hemşin'de ve İrlanda'da aynı özellikte görünüyorsa bunun bir hikmeti vardır.
-Eğer Trabzon Çarşıbaşılı arkadaşımın “Donk” soyadı Uygur Turfan bölgesindeki yeraltı Donk Su Kanallarının adıyla aynı geliyorsa, bunun bir hikmeti vardır.
-Eğer Trabzonlu arkadaşımın yayla bağı Gümüşane/Torul ileyse, bunun bir hikmeti vardır.
-Eğer hala Torul yaylalarıyla bağlantılı Giresun köyleri varsa ve oralarda sadece kendi aralarında semah dönenler varsa ve bunu asla bir turistik eyleme dönüştürmüyorlarsa bunun bir hikmeti vardır.
-Eğer Karadeniz’in tüm dağlarında ve eteklerinde yaylacılık yaşıyorsa bunun bir hikmeti vardır. (Arılar hangi peteğe gidiyorsa aile bağları oradan gelir demektir.)
Diller, yol boyunca başka dillerle karşılaşmış, başka kavimlerle kardeşçe yaşamış değişime uğramış, yeni formlar kazanmış olabilir.
Hele din veya mezhepleri ayrı etnik köken olarak göstermek asla ölçüt olmamalıdır. Ermenilik, Müslümanlık, Süryanilik, Hristiyanlık, ve başkaları, bunlar insanlık tarihinde kaçıncı yüzyıldan sonra ortaya çıkmıştır, bilinir. İşte Moldavya, Gagavuz/Gökoğuz yani gök gözlü, yani mavi gözlü Türklerdir ve Hristiyan olmuşlardır zaman yolculuğunda; ölünün arkasından (7. ve 40. gününde) haşlayıp dağıttıkları buğdaya “koliva” diyorlar.
Dil veya Din bir halkın etnik kökenini göstermek için yeterli değildir. Alevi Türk, Sünni Türk, Alevi Kürt, Sünni Kürt diye bir ayırmaya başladınız mı çok daha ufak parçalara ayırana kadar bölünür insanlar. (Kürt sözcüğünün çoğu yerde KURT olarak söylenişi ve okunuşu ile Asya bağlantısı mutlaka vardır. “Kurt” sözcüğü sadece ünlü iç Asya efsanesiyle değil, Roma şehrini kuranların dişi kurt heykeliyle de bağlantılandırılabilir.)
Benzerlikleri reddedip ayrılıkları derinleştirmekten insanlığın bir yararı yoktur. Anadolu’da ayrı gibi duran kültürlerin hepsi de Azeriler gibi bağlamayla türkü çalıp söylemektedirler. Aynı davul zurnayla gelin karşılamaktadır, halay çekmektedir, aynı mezarlıkta yatmaktadır. Bu ortak kültür, yediği yemekten, bebek oynatma ezgilerinden, çalgılardan, baş bağlama biçimine, dans ederken ayağının yere vuruşuna kadar uzanır.
Azerilerin de “Sarı Gelin” türküsü vardır. Biz de bu türkü Ermenilerin midir, Türklerin midir diye tartışıp duralım…Örneğin, “Hoş gelişler ola” türküsünün ezgisi tüm Kafkaslarda kendi dillerinde söylenir.
Azeri Türklerin tarihi merkezlerinden biri olan Gence şehri depremlerle yıkılmadan önce Harran‘ın bağlı olduğu vilayet idi. Kürtlerle Azerilerin bağı bu noktada binlerce yıllık geçmişin ifadesi olmaktadır. Dikkatli bir kulak, Azeri Türkçesiyle Kürtçenin ne kadar fonetik benzerlik gösterdiğini fark edebilir.
Kültür kavramı çok derinlikli kavramdır, onu din ve dinle sınırlandırmak içeriğini boşaltmaktır. Yaşadığımız yüz yılda (2006) emperyalist küreselleşmeyle birlikte bir çok kavramın daha içeriğinin boşlatıldığı görülmektedir. “Etnik” kavramının içinde kültürün sadece iki öğesini koymak yanlış yargılara varmamıza neden olmaktadır. Bu yanlış yargılar insanlığın zararına sonuçlar yaratabilir ki küreselleşmenin istediği de budur.
İnsanları birlik yapacak o kadar çok şey var ki, bunları seçebilmek çok daha önemli ve hayırlı bir iştir. Bizi birlik yapan, dirlik yapan sosyal özelliklerimizi sayalım, asıl katkımız bu olsun insanlığa.
Özetle, etnik ayrımları demokrasiyle bağdaştıranları hiç anlamıyorum, çünkü demokrasi sınıflı toplumlarda egemen olanın kurallarının adıdır. Günümüzde demokrasinin kurallarını belirleyen ulusötesi sermaye sınıfıdır, bu da halkın egemenliğini koruyan halk demokrasisi değildir. Ulusötesi sermayenin kendi egemenliğini sürdürebilmesi için demokrasi adıyla yutturduğu kavramlardan biri etnik ayrışmalara zemin oluşturan söylemdir.
Ancak kültürel akrabalıklarımızı ortaya çıkarmak için etnik araştırmaların yapılması doğrusudur. Kaynaştırma yerine ayrıştırma amacıyla yapılanlar yanlıştır. Özellikle bu çalışmanın dil ve dinle sınırlandırılması eksik ve sığ bir yaklaşımdır.
Eğer kültürler arasında benzerlikler çoksa, bundan çıkarılacak sonuçlar olumlu yönde insanlığa hizmet etmeye dönüştürülmelidir. Yoksa, bir yerlerden birileri dinler arası diyalog gibi sözde buluşmalarla bir araya geldiklerinde bize “siz ayrısınız, ayrışın hadi bakalım, bu demokrasidir” diye öğüt veriyorsa, onlar samimi değillerdir ve art niyetli olanlardır.
Bir soru: Eskiden Ankara radyosunun kadrolu mahalli sanatçıları vardı, kendisi çalar söylerdi bu sanatçılar. Benim kuşak onlarla büyüdük, hepimiz her yörenin türküsünü bilirdik. Şimdi neden mahalli sanatçılara kadro yok? (İpucu: Kasetin varsa sanatçısın)
Bir soru daha: Neden dinleri ve dilleri ayrı olduğu halde İrlandalılarla kültürel yakınlığımızı söylerken pek memnun kalırız da (bence de bir sakıncası yoktur), çok daha fazla ortak kültürel özelliğimiz olan Kafkas halkları için, Dağıstan ve Azerbaycan için aynı memnuniyeti belirtmeyiz? Hristiyan batıyla ticari ve siyasi ortaklıklar kurmaktan memnunuz ama kendi kültürel akrabalarımızla ortaklığa neden kötü bir şey gibi bakıyoruz? (İpucu; Eğer batının gözüyle bakıyorsak…)
Sevgiyle kalın.
28.5.2006
Mahiye Morgül /Müzik ve Drama Eğitimcisi
Demokrasi kavramının etnik kökenle bağdaştırılmasını doğru bulmadığımı belirterek başlamak istiyorum. Çünkü demokrasi sınıfsal bir kavramdır.
Tarihte devlet kurmuş olan hiç bir uygarlık tek bir etnik temele dayanmamıştır.
Örneğin bilinen en büyük imparatorluk olan Roma İmparatorluğuna bakalım; Roma şehrinin kurucusu Etrüskler, yani ön Türkler olduğu halde, Roma devletinin kurucusu olanlar özellikle İtalya'da daha az nüfusa sahip olan bugün Çingene dediğimiz Romanlardır. Devletin kurucusu olan adını da kendi koyar, herkes Roman/Rum/Çingene falan değildir.
Roma şehrine girme nişanına sahip olan köle sahipleri efendiler, kırallar, kıralın askerleri ve papazlardı. Egemen olanlar bu sınıflardı, demokrasi bunlar için vardı, yani onlar özgürce dolaşabilir ve yasalardan yararlanabilirdi. Bu egemen sınıfların dışında kalanlar, yani halk sınıfları (laikler) özgür değillerdi.
Roma şehrine giriş özgürlüğü olmayanlar kimlerdi; köleler, toprağa bağlı köylüler, zanaatkarlar, müzik yapanlar, tamirciler, dokuma yapanlar,vb. çalışan üreten insanlar. Egemen olanın papazlarla dayanışma içinde olduğu, tacını kralın başına koyanın Tanrı olduğunu, bu yüzden bu tacın dokunulmaz olduğunu savunan egemen sınıflara karşı laikler / halk sınıfları “hayır o tacı başına kendin koydun, papaz efendiye koydurttun, Tanrıyı bu işe karıştırma” diyorlardı. Köle sahibi efendilere şehir meclislerinde sahip olduğu köle sayısı kadar temsil hakkı veriliyor ve buna da demokrasi diyorlardı. Bu meclislerde alınan kararlar asla kölelere özgürlük getiren kararlar olamazdı.
Devlet, organize olmuş egemenlik alanı demektir, kendi kurallarını koyar, ticareti vergileri belirler vb. Roma Hukuku da böyle doğmuştur. Roma hukuku Romalıların egemenliğini sağlama alacak ticaret hukukudur. Demek ki ticaret ortak çıkar ilişkisinin birinci maddesi oluyor.
Trabzon en önemli ticaret merkezlerinden biriydi Romalılarda, Asya'dan gelen kervanlar burada deniz araçlarına aktarılıyordu. Bu malları korsanlardan, çetelerden, eşkiyalardan korumak devletin varlığı için çok önemliydi. Ne yapacaktı Roma imparatoru bu durumda, buraya en güvendiği askerlerini yerleştirecekti ve öyle de yaptı.
Kıpti (Çingene) ülkesi demek olan Egypt’dan, yani bizim Mısır dediğimiz yerden Trabzon'a getirilip yerleştirilen Romalı askerler burada daha sonra Roma’dan ayrılarak bir devlet kurdular. Bu devlet de Trabzon civarının tamamen Romalı /Rum /Roman /Çingene olduğunu göstermez. (Dalgalı deniz demek olan Pontus sözcüğü sadece coğrafi bir terimdir, etnik adlandırma değildir.)
Bu noktada şunu da eklemek gerekir, bu kadar geniş coğrafyaya hükmeden Romalılar, askerlerini doğal olarak ticaretin kavşak noktalarına yerleştirdiler, bu nedenle harita üzerinde yerleşim yerlerine isimleri ilk onlar olmuştur. Bu nedenle Latince /Roma dilinde yer adları karşımıza çıkmaktadır.
Bu yer isimleri burada yaşayanların tümüyle Romalı /Rum olduğunu göstermez. Çünkü, Asya'dan Hazarın etrafından batıya doğru doğal göçlerle gelen ve binlerce yıl sınırsız yaşamış insanlara, ait oldukları obaları aşiretleri budunları boyları onların ait olduğu yeri belirlemeye yetiyordu. Nerelisin kavramına gereksinim yoktu.
Bu insanlar vaktiyle daha çok yaylalardan aşağı yayılmışlardır ki bu da bugün bile yazlık-kışlık yaşam alanlarını nasıl kullandıklarına işaret eder. Bu nedenle, tüm Karadeniz ve Anadolu yaylalarında, bir tane Roma döneminden isim bulunmaz. Kaçkar (yöresel şiveyle Kaşgar) dağlarının yaylalarına özellikle ele almak gerekir. Yayla göçerliği kültürü hala devam etmektedir. Bir çok dayanıklı yiyecek yaylalarda üretilir, adı oralarda konur, örneğin “Cimil peyniri”, “Ancer balı” gibi üretildiği yaylanın adı yiyeceğe konur. Yemek kültürünün yaylalardan aşağı geldiğini görüyoruz.
Kavurma veya kurutulmuş et yeme kültürü bir Asya kültürüdür ve bir yayla kültürüdür. Bu kültürler göçer kültürüdür şeklinde tanımlarla hafife alınmamalıdır. Sosyolojik tespit olarak biliniyorsa ki insanlar hep batıya doğru göç eder, bu noktada yaylalardan düze inme serüvenini anlamak gerekir. Yayladan düze inen sadece insanın kendisi midir, yoksa tüm ürettiği kültürlerle birlikte mi inmiştir?
Eğer kültürler arasında benzerlikler daha çoksa?
Yaşadığımız coğrafyada var olan kültürler arasında benzerliklerin ne kadar çok olduğuna dikkat edilirse, ayrılıkların ne kadar önemsiz olduğu ortaya çıkar.
Yıllardır bize sunulan sözde demokrasi kavramlarıyla ayrılıklar üzerinde beynimiz odaklandırılmaktadır. Oysa tam tersini yaparak benzerliklerin konuşulması gerekir. İnsanoğlu bundan daha fazla yarar görecektir.
Eğer belli bir coğrafyada yaşayan insanlar arasında sadece dil ve din farkı varsa, burada EĞER diyerek başlayacağımız cümleleri sıralamama izin veriniz.
–Eğer bugün Kayserililerde, Kars- Erzurum yaylalarında, Uygurlarda ve Macarlarda, benzer et saklama kültürü görüyorsak bunun bir hikmeti vardır.
-Eğer Azerbaycan'daki ve Dağıstan'daki yayla türkülerinde Rize Hemşin ve Trabzon yaylalarında söylenen uzun havaların aynı ezgi yapısını ve gırtlağını duyuyorsak bunun bir hikmeti vardır.
-Eğer Azerbaycan yaylalarında kız başı Hemşin kız başıyla aynı bağlanıyorsa, bunun bir hikmeti vardır.
-Eğer Dağıstan'da ve Çeçenistan'da eski halk çalgıları Karadeniz kemençesiyle ortak özellik gösteriyorsa bunun bir hikmeti vardır.
-Eğer tulum zurna, Macaristan'da (Asya, Hun kökenlidirler), Transilvanya'da, Artvin Yusufeli'ne yerleşmiş Ahıska Türklerinde, Hemşin'de ve İrlanda'da aynı özellikte görünüyorsa bunun bir hikmeti vardır.
-Eğer Trabzon Çarşıbaşılı arkadaşımın “Donk” soyadı Uygur Turfan bölgesindeki yeraltı Donk Su Kanallarının adıyla aynı geliyorsa, bunun bir hikmeti vardır.
-Eğer Trabzonlu arkadaşımın yayla bağı Gümüşane/Torul ileyse, bunun bir hikmeti vardır.
-Eğer hala Torul yaylalarıyla bağlantılı Giresun köyleri varsa ve oralarda sadece kendi aralarında semah dönenler varsa ve bunu asla bir turistik eyleme dönüştürmüyorlarsa bunun bir hikmeti vardır.
-Eğer Karadeniz’in tüm dağlarında ve eteklerinde yaylacılık yaşıyorsa bunun bir hikmeti vardır. (Arılar hangi peteğe gidiyorsa aile bağları oradan gelir demektir.)
Diller, yol boyunca başka dillerle karşılaşmış, başka kavimlerle kardeşçe yaşamış değişime uğramış, yeni formlar kazanmış olabilir.
Hele din veya mezhepleri ayrı etnik köken olarak göstermek asla ölçüt olmamalıdır. Ermenilik, Müslümanlık, Süryanilik, Hristiyanlık, ve başkaları, bunlar insanlık tarihinde kaçıncı yüzyıldan sonra ortaya çıkmıştır, bilinir. İşte Moldavya, Gagavuz/Gökoğuz yani gök gözlü, yani mavi gözlü Türklerdir ve Hristiyan olmuşlardır zaman yolculuğunda; ölünün arkasından (7. ve 40. gününde) haşlayıp dağıttıkları buğdaya “koliva” diyorlar.
Dil veya Din bir halkın etnik kökenini göstermek için yeterli değildir. Alevi Türk, Sünni Türk, Alevi Kürt, Sünni Kürt diye bir ayırmaya başladınız mı çok daha ufak parçalara ayırana kadar bölünür insanlar. (Kürt sözcüğünün çoğu yerde KURT olarak söylenişi ve okunuşu ile Asya bağlantısı mutlaka vardır. “Kurt” sözcüğü sadece ünlü iç Asya efsanesiyle değil, Roma şehrini kuranların dişi kurt heykeliyle de bağlantılandırılabilir.)
Benzerlikleri reddedip ayrılıkları derinleştirmekten insanlığın bir yararı yoktur. Anadolu’da ayrı gibi duran kültürlerin hepsi de Azeriler gibi bağlamayla türkü çalıp söylemektedirler. Aynı davul zurnayla gelin karşılamaktadır, halay çekmektedir, aynı mezarlıkta yatmaktadır. Bu ortak kültür, yediği yemekten, bebek oynatma ezgilerinden, çalgılardan, baş bağlama biçimine, dans ederken ayağının yere vuruşuna kadar uzanır.
Azerilerin de “Sarı Gelin” türküsü vardır. Biz de bu türkü Ermenilerin midir, Türklerin midir diye tartışıp duralım…Örneğin, “Hoş gelişler ola” türküsünün ezgisi tüm Kafkaslarda kendi dillerinde söylenir.
Azeri Türklerin tarihi merkezlerinden biri olan Gence şehri depremlerle yıkılmadan önce Harran‘ın bağlı olduğu vilayet idi. Kürtlerle Azerilerin bağı bu noktada binlerce yıllık geçmişin ifadesi olmaktadır. Dikkatli bir kulak, Azeri Türkçesiyle Kürtçenin ne kadar fonetik benzerlik gösterdiğini fark edebilir.
Kültür kavramı çok derinlikli kavramdır, onu din ve dinle sınırlandırmak içeriğini boşaltmaktır. Yaşadığımız yüz yılda (2006) emperyalist küreselleşmeyle birlikte bir çok kavramın daha içeriğinin boşlatıldığı görülmektedir. “Etnik” kavramının içinde kültürün sadece iki öğesini koymak yanlış yargılara varmamıza neden olmaktadır. Bu yanlış yargılar insanlığın zararına sonuçlar yaratabilir ki küreselleşmenin istediği de budur.
İnsanları birlik yapacak o kadar çok şey var ki, bunları seçebilmek çok daha önemli ve hayırlı bir iştir. Bizi birlik yapan, dirlik yapan sosyal özelliklerimizi sayalım, asıl katkımız bu olsun insanlığa.
Özetle, etnik ayrımları demokrasiyle bağdaştıranları hiç anlamıyorum, çünkü demokrasi sınıflı toplumlarda egemen olanın kurallarının adıdır. Günümüzde demokrasinin kurallarını belirleyen ulusötesi sermaye sınıfıdır, bu da halkın egemenliğini koruyan halk demokrasisi değildir. Ulusötesi sermayenin kendi egemenliğini sürdürebilmesi için demokrasi adıyla yutturduğu kavramlardan biri etnik ayrışmalara zemin oluşturan söylemdir.
Ancak kültürel akrabalıklarımızı ortaya çıkarmak için etnik araştırmaların yapılması doğrusudur. Kaynaştırma yerine ayrıştırma amacıyla yapılanlar yanlıştır. Özellikle bu çalışmanın dil ve dinle sınırlandırılması eksik ve sığ bir yaklaşımdır.
Eğer kültürler arasında benzerlikler çoksa, bundan çıkarılacak sonuçlar olumlu yönde insanlığa hizmet etmeye dönüştürülmelidir. Yoksa, bir yerlerden birileri dinler arası diyalog gibi sözde buluşmalarla bir araya geldiklerinde bize “siz ayrısınız, ayrışın hadi bakalım, bu demokrasidir” diye öğüt veriyorsa, onlar samimi değillerdir ve art niyetli olanlardır.
Bir soru: Eskiden Ankara radyosunun kadrolu mahalli sanatçıları vardı, kendisi çalar söylerdi bu sanatçılar. Benim kuşak onlarla büyüdük, hepimiz her yörenin türküsünü bilirdik. Şimdi neden mahalli sanatçılara kadro yok? (İpucu: Kasetin varsa sanatçısın)
Bir soru daha: Neden dinleri ve dilleri ayrı olduğu halde İrlandalılarla kültürel yakınlığımızı söylerken pek memnun kalırız da (bence de bir sakıncası yoktur), çok daha fazla ortak kültürel özelliğimiz olan Kafkas halkları için, Dağıstan ve Azerbaycan için aynı memnuniyeti belirtmeyiz? Hristiyan batıyla ticari ve siyasi ortaklıklar kurmaktan memnunuz ama kendi kültürel akrabalarımızla ortaklığa neden kötü bir şey gibi bakıyoruz? (İpucu; Eğer batının gözüyle bakıyorsak…)
Sevgiyle kalın.
28.5.2006
Mahiye Morgül /Müzik ve Drama Eğitimcisi