1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

BEN 'İN ÖTESİNDEN BAKABİLMEK DÜNYAYA!!!

Gönderilme zamanı: 08 May Pzt, 22:53
gönderen ışıltı
BEN'İN ÖTESİNDEN BAKMAK!

İnsan, temelde, kendini ilişkiler yaratarak var etme eğilimindedir. Bu eğilimlerini yalın biçimlerde yaşayabildiğinde, yalnızlık, boşluk, yabancılaşma ve yalnızca kendiyle meşgulolma eğilimlerine yer kalmayabilir, evrendeki ilişkiler ağının parçası olabildiği için. Krishnamurti bunu son yazılarında şöyle dile getirmiş: "Dünyadan sorumluyum, çünkü ben dünyayım." Kendi zamanında düşünce düzeyinde kuantum kurarnma en çok yaklaşabilmiş kişi olan Jung da bunu benzer bir biçimde ifade etmişti: "Dünyada bazı şeyler yanlış gidiyorsa bu, bireyde bir şeyler yanlış gidiyor, dolayısıyla bende de bir yanlışlık var demektir. Bu yüzden, eğer duyarlı biriysem önce kendimi düzeltmeliyim."
Şahsen ülkeleri yönetenleri ve halklarını birbirinden ayrı tutmaya çalışmak gibi bana dürüst gelmeyen değerlendirmelere katılamıyorum. Tarihte kendileri de bazı dönemlerde yöneticilerinin kurbanı olmuş toplumlar tabii ki olmuştur. Ancak genelde ben, beni yönetenlerin yaptıklarından ve yapmadıklarından, hem kendime karşı hem de ait olduğum toplumu eleştirenlere karşı, bire bir olmasa da bir payım olduğunu düşünebilecek sorumluluğa sahip olmalıyım. İnsanları katletmiş, onları köleleştirmiş ya da gaz odalarında yok etmiş emperyalist ya da emperyalist özentisi ülkelerin halkları da öyle. Halk ve yönetici ayrımıyla bundan tümüyle kaçınmaya çalışmanın, her şeyden önce insanın kendi varoluş sorumluluğuyla bağdaşmayacağı düşüncesindeyim.
Bir atom çekirdeğinin çevresinde dönen elektronu güneşin etrafında dönen dünya gibi düşündüğümüzde, çekirdekle parçacık arasındaki mesafe o kadar büyüktür ki atomu boşluk olarak kabul etmemizi gerektirir. Her ne kadar sinir sistemimiz pek çok şeyi şekilolarak algılamamızı sağlarsa da aslında şeyler boşluklardır. Albert Einstein bunu, "Her şey boşluktur, şekil yoğunlaştırılmış boşluktur" şeklinde dile getirmişti. Batı'nın bugün ulaşmış olduğu yer, aslında, Doğu'da binlerce yıldan beri bilinmekte idi. Heart Sutra'da Buda'nın şu sözleri yer alır: "Şekil boşluktan başka bir şey değildir, boşluk da şekilden başka." Nitekim, bugünkü bakış açımızlaa, A, B'den yapılmıştır ya da bunun tersidir diyemeyiz, çünkü her şey karşılıklı etkileşimlerden oluşur. Dış dünyaya, zihnimizin içeriğindeki düşünceler ve izlenimler olmadan bakabilseydik yaşadıklarımız bambaşka olurdu. Dış dünyanın olduğu haliyle, öylece algılanabildiği yaşantılara Suzuki Rashi "başlangıçtakilerin zihni" der. Küçük çocuk pencereden, ağaca konmuş bir kuşun sesini dinlerken annesi kuşu gösterip "Bak, bu bir serçe," dediği anda kuş sesiyle yaşanmakta olan birliktelik bilgiye dönüştürülür, kurulmuş olan yalın bağ sona erdirilerek.
Martin Buber, ilişki içinde varolma isteğinin kalıtsalolarak insanın doğasında mevcut olduğunu yıllar önce dile getirmişti: "İnsan ana rahmindeyken evrenle ilişki halindedir, ama doğduktan bir süre sonra bunu unutmak zorunda kalır." Anne bebeğe gülümsediğinde, ondan gelen gülümseme karşılığının bebeğin kendi tepkisi olduğuna inanır ve böylece bebeğini "benim bebeğim" olarak algılama süreci başlatılmış olur. Oysa başlangıçta, bebek çevresiyle "ilişki kurma" dürtüsünü açıkça yaşar. "Ben"i bilmez, çünkü ilişkiden başka varoluşu tanımaz. Buber bunu, anlamını bozmaktan çekindiğim için tereddütle dilimize çevirmeye ça1ışacağım, "In the beginning is the relationship (Başlangıç ilişkiden ibarettir)" sözüyle dile getirmiştir. Ona göre, insan ayrı bir bütün olarak varolmaz: İnsan "arada varolan" bir yaradılıştır, ama zamanla bunu iki farklı biçimde yaşamak zorunda kalır: "Ben-sen" ya da "ben-şey." .
"Ben-şey" ilişkisi bir "kişi" ile bir "araç" arasında yaşanır, işlevsel bir ilişkidir. Paylaşmadan yoksun bir "özne-nesne" ilişkisidir. Oysa "ben-sen" ilişkisinde, iki insan birbirlerini oldukları gibi, beraberliklerini de bir bütün olarak yaşar. Böyle bir beraberlik, bazı psikoterapi uygulamalarının da kusuru olan ve bir insa':' nın diğerini anlamaya çalışması ya da ona ulaşmak içın çaba göstermesinden farklı bir yaşantıdır. Bir başka deyişle bu, "Ben ona şunu verdim, o bana bunu verdi" şeklindeki yaşantılardan farklıdır. Alma ve verme ayın anda yaşanır, adı konmadan, tanımlanmadan. çünkü Buber'in tanımladığı yaşantılarda tek başına bir "ben" yoktur, "ben-sen" tek bir yaşantıdır. Bu iki farklı tür ilişkinin içindeki "ben"ler de birbirinden farklıdır. "Ben-sen" ilişkisindeki "ben", birlikte olduğu "sen"le olan ilişkisi içinde belirlenir ve şekillenir. Buna karşılık, "ben-şey" ilişkisindeki ben, kendini önemli ölçüde kendine saklar, "şey"i çeşitli açılardan inceler, sınıflandınr, yargılar ve şeyler dünyasında ne işe yarayacağına karar verir. Oysa, ilkel diye nitelendirilen topluluklarda ben-şey ilişkileri en az düzeyde yaşanır. Amerika yerlisi Mohawk Kabilesi'nin deyişiyle: "Unutmayın! Çocuklarınız sizin değildir. Onları Yaratıcı'dan ödünç aldınız."
Bu satırları yazdığım günlerde, terapötik bir beraberlik sırasında karşımda oturan genç adam uzak bir ülkeye seyahat tasarısını anlatırken sözü kız arkadaşına getirdi ve "Onu da götürüyorum," diye ekledi. "Götürüyor musun?" diye. hayretle sordum, "Ondan bir paketmiş gibi söz ettin." Anlık bir duraksamadan sonra gülmeye başladı, kendini yakalamış olmanın şaşkınlığıyla. Konuşmamız bu doğrultuda devam ederken bu kez de bir başkası için "Onu yolladım" ifadesini kullandı, ama durumu benden önce fark edip sözünü tamamlamadan tekrar gülmeye başladı.
Hani bazen iki insan birbirinin varlığında eriyip bir bütüne dönüştüğünde ya da doğayla gerçekten iç içe olabildiğimiz ender anlarda benliğimiiiİl sınırları silinir ya, işte sadece o anlarda hayatımızın ilk günlerindeki "ilişki içinde varolma"yı yeniden yaşayabiliyoruz, bazı insanlar belki de hiçbir zaman yaşayamıyor. İlişki, işbirliği temelinde oluşan bir kucaklaşma. Zorunluluktan ya da insanın kendi isteğiyle de olsa, bir şeyler kazanmak ya da bir şeylerden korunmak amacıyla oluşan beraberliklerde ilişki yaşanamıyor. Oysa insanlar, farkında olarak ya da olmayarak, birtakım beklentilerle birbirlerine yaklaşıyorlar. çoğu zaman, biri diğerinden, diğeri de ondan kendisini "yaşatmasını" beklerken, şirket ortaklığı benzeri ilişkilerin içinde hapsolup bu kez de beraberliklerin çürümesini bekleyerek. İnsanlar, "Ben ona şunu verdim" ya da "O bana hiçbir şey vermedi" gibi ifadeleri sık kullanıyorlar. Bunu yaparken aslında "ilişkinin kendisine" ne kattıklarım ya da katmadıklarını düşünemiyorlar; aslolanın bu olduğunu bilemediklerinden, belki de örneklerini tanımamış olduklarından. İlişki aym zamanda, bir şeyleri birlikte yapmaktan mutluluk duymaktır. Önemli olan yapılan iş değil, yapılan şeyin birlikte yapılması ve o şey yapılırken bir bütün olabilmek. Dolayısıyla olmak, yapmaktan önce gelir. Ama artık insanlar, içlerinden gelerek ve sorun yaratmadan, birlikte çalışmaktan haz almaya pek yatkın değiller.
Epey yıl önceydi, terapötik ilişkimiz olan genç kadın odama girdiğinde "Sanırım bana ne anlatmak istediğinizi anladım," dedi ve devam etti: "Bu sabah bir caddede yürürken karşı yönden gelen bir adamı fark ettim, çekiciydi. O anda onun da beni fark ettiğini hissettim. Birbirimize yaklaştığımızda bana gülümsedi, ben de ona. Birbirimizi geçip kendi yönümüzde yolumuza devam ettik, dönüp bakmadım, onun da dönüp baktığım sanmıyorum. Keşke ya da acaba gibi düşüncelerim ve düşlerim olmadığını fark etmek beni şaşırttı, kendimi hafif hissettim." Genç kadın daha önce tanımadığı bir duyguyu yaşamış olduğunu fark etmişti: beklentisizlik.
Her şeye rağmen, doğmadan önce evrenle yaşamış olduğumuz ilişkinin, yani "ilişkinin nesnelerden önce gelme eğilimi"nin, bebeğin çevresiyle olan etkileşimi sonucu ben-şey ilişkisine dönüşmesiyle tümden yok edilmiş olduğunu düşünmüyorum. Derinlerde bir yerde bu eğilim varlığını sürdürmesine rağmen şartlandınlmalardan ötürü yaşantılanınıza yansıyamıyor. Belki de insanların spritüel arayışlara yönelmesinin nedenlerinden biri de bu. Ne var ki, spritüel arayışlarının şekli de çoğu zaman yine bir şeyin beklenmesine dönüşüyor. Aslında yalın ilişki eğilimi, bir kadınla bir erkeğin yolda rastlantı sonucu karşılaşması gibi durumların dışında da beklenmedik anlarda ve herhangi bir yerde yaşanabiliyor; insanlar birbirine beklenti yüklemediklerinde. Birbirimizi şeyler olarak algılamakta direndikçe, yalnızca birtakım soyutlamalarla sonlanabiliriz. Kendi yansıtmalarımızdan oluşmuş imgeler dünyası ve varsayımsal yaşantılar.
İlişki konusunu tartışırken yanlış anlaşılabileceği kaygısıyla bir hususu vurgulamak istiyorum. Daha önce de sözünü ettiğim gibi, bazı insanlar, ilişkilerinde, bir diğer insanın kendisini iç dünyalarına mal etmekten öte, hayatın ilk yıllarında çocuğun annesiyle olan ilişkisinde olduğu gibi, diğer kişiyle olan ilişkisini içdünyalarına mal etme eğilimini göstermekte ve bu durum ciddi sorunlar yaratabilmekte. Atom-altı dünyada bir foton çifti birbirlerinden çok ayrı düştüklerinde birbirlerine yaklaşmaya başlar, ancak eğer çok yakınlaşırlarsa birbirlerine yapışıp kilitlenmelerine fırsat vermeden hızla birbirlerinden uzaklaşırlar. Bir yanımız bireyselleşme çabaları gösterirken, diğer yanımız çevremizle bütünleşerek yalnız kalmamaya, kendimizi bir yerlere ait hissetmeye çalışır. Hayatın bir beraberlikler ve ayrılıklar dizisi olduğunu kabul edebilen insanlar, "beraberlik içinde bireyleşme" ile "bireyciliği" birbirine karıştırınamayı başarabiliyorlar. Çünkü doğadan ve içgüdüsel sezgilerimizden koptuğumuz günlerden bu yana, bizler ancak diğer insanlarla ilişki içinde varolabilen varlıklarız. Ancak, benlik sınırları iyi belirlenmemiş insanların, ilişkilerini iç dünyalarına mal etme eğilimi sonucu oluşan durum, ilişkinin içeriğindeki kişinin ayrı bir varlık olarak algılanamamasına neden olabiliyor. Böyle bir yaşantıya, ben-şey ilişkisindeki ilişkisizlikren de öte, "onsuz varolamama" durumu ve katlanılması zor bir kopma paniği eşlik eder ki bu, ilişkisi içleştirilmiş diğer kişiyi de zorlayan durumların yaşanmasına neden olabilir.
Zohar'ın ifade ettiği gibi, Batı kültüründeki yaygın yabancılaşmanın köklerini araştırdığımızda, başlangıcının Antik Yunan uygarlığına kadar gittiği görülür. Platon felsefesinde idealar dünyası ile yaşanan dünya arasında yaratılmış olan ayrım, etkisini günümüzde de sürdürmekte. Bunun en önemli göstergelerinden biri de beden-zihin ayrımı şeklindeki ikili bölünün devam ediyor olması ve bence bu durum günümüz tababetinin en ciddi açmazlarından biri. Psikolojik ve biyolojik etmenler diye yapılan kategorileştirmeler, son zamanlarda artan itirazlara rağmen, geleneksel bilimsel düşünceye hala egemen. Psikodinamik psikiyatri alanında yazılanların kaynakçalarında biyolojik psikiyatriyle ilgili referanslara ya da klinik psikiyatriyle ilgili yazılanların kaynakçalarında davranışların dinamikleriyle ilgili referanslara neredeyse hiç rastlanmaz. Panik atağı yaşamakta olan birinin Diazem ve benzeri ilaçlarla olduğu gibi, psikiyatristi ile yaptığı bir telefon konuşmasıyla da sakinleşebildiğini hepimiz bildiğimiz halde, bunun anlamını nedense hiç soruşturmayız. Yüzyılın İkinci yarısında geliştirilmiş olan Genel Sistemler Kuramı böyle bir ikili bölünün geçersizliğini açık seçik ortaya koyduğu halde, eski görüşlerin hala ısrarla sürdürülmekte oluşunu çeşitli nedenlere bağlayanlar var. Bazıları bu durumu, Hıristiyanlığın ruhu yüceltip bedeni aşağılayan tutumunun bilim dünyasındaki etkisİnin bir türlü silinememiş olmasıyla açıklıyorlar.
Batı kültürünün insanı evrenden koparan düşünce biçimlerini anlayabilmek amacıyla düşünce tarihine dönüp baktığımızda, Kartezyen düşünceyi ve Newton'un geliştirdiği klasik fıziği bunun belirgin örnekleri olarak görüyoruz. Zohar'a göre, "...Klasik fizik, insanın evrenin bir parçası olduğunu yadsırcasına, 'yaşayan kosmos olgusu'nu cansız bir makineye dönüştürmüştü. Bu fıziğe göre, nesnelerin hareket ediyor olmalarının nedeni, belirli ve değişmez kurallan izliyor oluşları idi. Kopernik'in mekanik güneş sistemi modeli ise cansız bir yaşam taslağıydı. İnsan yaşamının, ldasik fiziğin tanımladığı bu evrensel makinenin çalışmasıyla nasıl doğrudan bir ilişkisi olabileceği hususu ise yakın geçmişe kadar hiç soruşturulmamıştı. Eğer Descartes'ın dediği gibi, zihnimiz maddesel varlığımızdan tümden farklı ya da Newton'un dediği gibi, insan zihninin evrende hiçbir rolü yok ise, insan ve doğa arasında nasıl bir ilişki olabilir ki? Bu sorunun göz ardı edilmesi sonucu, çoğumuz hayatın küçük bir parçacığını yakalayıp, bu parçacıktan hayatın bütününü keşfedebileceğimize inanır olduk."

....
Engin Geçtan; Hayat; Metis Yayınevi; 2002
Sayf 30-36