Macar Arkadaşımla Türkleri Konuşuyoruz
Gönderilme zamanı: 30 Ara Cum, 22:48
Macar Arkadaşımla Türkleri Konuşuyoruz / Mahiye Morgül
Yeni bir mektup arkadaşım var, adı Timea Baksa. Kendisi Macar, Türkçe öğreniyor, Rusça ve İngilizce öğretmeni olarak çalışıyor. Altı ay önce yazdığım “Macar Şairi Yusuf Atilla” başlıklı yazımı bir yerden okumuş, etkilenmiş ve bu nedenle bana ulaştı.
Yazımı şöyle bitirmiştim;
“Belki de Mustafa Kemal’in istediği doğrultuda olan bu çalışmalardan, iki halkın yakınlaşmasından birileri rahatsız olmuştu. Neden bize bu kadar yakın ve akraba bir kültürün edebiyatını tanımıyoruz? Onlardan kopuk ama bizimle hiç bağı olmayan Anglosakson kültüre ne kadar yapışık hale getirilmişiz… “
Mektubuna bu sözlerimden etkilendiğini belirterek başlıyordu.
“Sayın Mahiye Hanım, Jozsef Attila hakkında yazdıklarınızı okudum ve beni çok etkiledi.
Ben Macarım ve sizin gibi “neden bize bu kadar yakın ve akraba bir kültürün edebiyatını tanımıyoruz?” diye düşünüyorum…
Zaten Macarlar da Türkiye’yi hiç bilmez… Osmanlı zamanları bilir sadece, Türkiye’de tatil yaparken şaşırıyorlar…
Allah’a şükür Türkiye’yi seven insanlar var bizde ve bu grubun sayısı her gün büyüyor. Biz de Türk kültürünü Macarlara tanıtmak istiyoruz. Ben genellikle müzik seviyorum, Türk müziğini Macaristan’a getirtmek için çalışıyorum. Sitemiz var, orada buluşuyoruz.
Size teşekkür etmek istedim, yazdıklarınız için, Macar edebiyatını sevdiğiniz için.
Lütfen hatalarıma bakmayın, sadece bir yıldır Türkçe öğreniyorum.
Saygılarımla.”
Ona yazdığım aşağıdaki uzunca mektup-makaleyi okurlarımla paylaşmak isterim.
Sevgili Timea,
Seninle paylaşmak istediğim ne çok konu var. Sana sorularım da olacak. Örneğin, Macar opera sanatçısı Török Erzsebet’in okunuşunu Türkçe yazmak istesem nasıl yazmalıyım? Bir Türk adı olduğu belli. Onun bir CD’sini almıştım Keçkemet’teyken. Bu CD’yi sınıflarımda kullanıyorum, müziğinden önce adının yazılışını gösteriyorum öğrencilerime. Akraba kültürleri bilsinler diye.
Okunuşu Ercebe, Erçeve gibi sanıyorum. “B” harfinin bizde yerel okunuşunda bazen “V” olarak çıktığını bilirim.
“Ç” harfinin Rize ve Erzurum civarında Azeriler gibi, sizde de öyle olduğunu gördüm, Ç ile C nin arasında bir ses olarak çıktığını biliyorum. Örneğin, Çigan değil “cingane” oluyor. Hatta, ilk “n” yi ve sondaki “e” yi duyamazsınız bile.
Sevgili Timea, senin adındaki ses kaynağını merak ettim. “Timur” ile kök benzerliği olabilir. Timur, tarihte bir Fars (İran) imparatorudur, ama o bir Türk idi. Bizde bu isim yaygındır. Sonundaki “r” harfini sanki “ğ” gibi veririz, adeta “r” yok olur. “R” harfini yok etme sizde de yaygındır, özellikle sondaki ”r” ler duyulmaz. Bizde Ege bölgesinde “r” hemen hiç kullanılmaz. “Bi du” deriz yaramazlık yapan çocuğa, oysa yazarken “bir dur” yazarız. “Kar” yazarız, ama konuşurken “ka” çıkar.
“Yağmur” yazarız, ama konuşurken hem ”ğ”, hem ”r” yi atar, “yamu” çıkartırız, “Var mı” yazar, “va mı” diye çıkartırız. Biliyorum ki dünyada dil üzerinde en çok çalışanlar Macar dilcileri olmuştur, ses bilimcilerle, müzikologlarla birlikte çalışmışlar, çıkartılan seslerin hiç birini yok etmemişlerdir. Bu nedenle Macar dili fonetik olarak beni ilgilendirmektedir.
Rizeliyim ve Rize şivesi Türkçe’ye en uzak şive gibi görünür, oysa uzak olduğu nokta İstanbul Türkçesidir, Macar Türkçesi değildir, bunu fark ettim. Bu fikre bebek nazlatmaları üzerine yaptığım derleme ve araştırma sırasında ulaştım, bunu da nazlatmalar üzerine yazdığım makalemde belirttim. (8.9.2005 tarihinde bir dilekçe yazarak önerdiğim “nazlatma” sözcüğü, Türk Dil Kurumu tarafından kabul edilmiş ve bu durum 19.12.2005 tarih ve142/5258 sayılı yazıyla tarafıma bildirilmiştir.)
Örneğin, Rize’de Orta Asya’dan, Turfan’dan gelen sözcüklerimiz bile vardır. Uygur bölgesindeki Turfan’da su kanallarının adı olan “Karız” çok yakın olarak Rize’de “keriz” (“e” harfi “a” ya eğimlidir”, “k” harfi de “ç” karışımlıdır) vardır. Sadece sözcük olarak değil, bizzat işlevsel olarak aynen vardır.
Benim büyüdüğüm evin bahçesinde toprağın iki metre kadar altında, bahçeyi verevine geçen bir keriz vardır. İşlevi şudur; Rize çok yağış alır, bahçe göllenmesin diye bu keriz suyu toplar ve denize kadar alttan geçirir. Kerizin bir noktasında taş merdivenle inilen bir “puar” vardır. Dikkat edin, “pınar” demedim. Puardan tertemiz içme suyu alırdım çocukluğumda, bu görev benimdi evde; en küçük olana verilir bu iş, çünkü puarın çukuru çok geniş değildir.
Puar sözcüğünün Antalya’dan İzmir’e kadar geniş Ege bölgesinde “pınar” yerine kullanıldığını biliyorum. Antalya, Burdur, Denizli civarı bilinen eski Türkmen bölgeleridir, onlar da puar derler. Hatta, “r” yi çıkartmazlar tıpkı sizdeki gibi. Sizin “Macar” sözcüğüne “mohacır” dediğiniz, hatta “moac(ı)” olarak çıkarttığınızdaki gibi.
Dahası var, Rize’de çocuğa su içirirken annesinin “su, al su, iç” anlamında söylediği söz şudur; “BU, A BU”. Puar ile ilişkisi açık.
Orta Asya’da Karız sulama tekniğinin kullanıldığı coğrafi alanın adı olan “Turfan” sözcüğünün ortaya çıkardığı bir sözcük de erken yetişen sebze ve meyve anlamında kullanılan ”turfanda” sözcüğüdür(“Uygarlık Köprüsü Karız”, Bilim ve Ütopya, Ekim 2005). Bugün bu sözcük, Rize’de ve tüm Türkiye’de aynı işlevde ve aynı adla kullanılmaktadır.
Dönelim bizim bahçedeki kerize. Bu kerizi annemin dedeleri yapmıştı. Bu durum, atalardan beri bir su kanalı kültürünün olduğunu gösterir. Dedelerimiz, şimdiki Gürcistan’dan gelmişlerdi ve lakapları “Finci” idi. Orada “Fin” köyü varmış, oradan gelmişler. “Fin” köyü adını nerden almış olabilir? Orta Asya’dan kuzey Avrupa’ya gitmiş olan Finlilerle aynı çıkış noktasına ulaştığımızı hissediyorum. (Bugün anne aile soyadım Fencioğlu’dur, ancak anneme “Fincinin kızı” denilmesi devam etmektedir.)
Yine Rize’de çok geniş bir KOPUZ sülalesi vardır. Gözlerindeki tatarımsı çekiklik ve yuvarlak yüzleri belirgin ortak özellikleridir. Bu aileden kız alıp vermelerle benzer özellikler daha geniş alanda görülmektedir, büyük yengem bu soydandır. Gelelim “Kopuz” sözcüğüne; Türk halk çalgısı (Anadoluda yaşamış bütün toplumların da ortak çalgısıdır) bağlamanın atası “kopuz” denilen Orta Asya çalgısıdır. Bakıyoruz hem genetik olarak Asyalı hem aldığı soyadıyla belirgin Asyalı.
Karadenizli olarak bir başka ortak özelliğimizi daha söylemek istiyorum; tulum zurna. (Pipe organ olarak bilinen bu çalgı Macaristan’da ve bugünkü Romanya sınırları içinde kalan Transilvanya bölgesinde kullanılmaktadır. Transilvanya bölgesiyle ilgili aynı düşüncede olduğumuzu sanıyorum; Sultan Kutay pentatonik bebek nazlatmalarını buradan derlemişti, benzerini Rize’de derledim.
Tulum zurnanın batıya göçlerle nerelere kadar gittiği başka bir yazımıza konu olsun. Ancak deriden yapılmış olan tulum zurnanın, dericilik kültürü gelişmiş toplumların ürünü olacağı kuşkusuzdur.
Rize yöresel halk dansı olan horonda belirgin ritim yedi onaltılıktır. Bu ritim Macaristan’a çok yakın olan Moldavva’da kullanılmaktadır. Moldavyalı yaylı çalgılar orkestrasından dinledim, aynı hareketlilikte yedi onaltılık horon çaldılar. Kendi bestecileri yerel müziklerini armonize etmişti o eserde. Biliyoruz ki Moldavya’da Gagavuz/Gökoğuz Türkleri yaşamaktadır. Bu bağlantılarla Doğu Karadenizlilerin Gökoğuz Türkleriyle olan yakınlığı açıklanabilir.
Macarlarla ortak bir yanımız da Çingenelerle birlikte yaşıyor olmamızdır; yoksulluktan kendini kurtarmış olanlarına artık “Çingene” demiyoruz. Ancak Türk Çingeneleri belki de dünyanın en şanslı olanlarıdır, Avrupa’daki gibi soykırım asla yaşamamışlar, her meslekte her kariyere kadar hep var olmuşlardır.
Çingeneler konusunda benim görüşüm size farklı gelebilir. Özetle, “Dünyada iki insan popülasyonu vardı, biri Afrika’nın ortasıdır, diğeri Asya’nın ortasıdır.
1. Türkler Orta Asya popülasyonundan gelir, oradan iç denizin kurumasıyla doğal göçlerle yayıldılar (Avrupa’nın kuzeyi henüz buzlar altındayken, Bering boğası henüz kırılmamışken, MÖ:6500 de oluşan Karadeniz henüz çökmemişken).
2. Çingeneler Afrika popülasyonundan gelir. Sahra çölü yokken, yüzlerce yıl süren yanardağ patlamalarından kaçanlar sahil boyu su kenarlarını takip ederek göç ettiler. Henüz güney doğu Asya’da adalar oluşmamışken yürüyerek Avustralya’ya kadar gittiler. Hindistan ve Mısır önemli su kaynağıydı, buralara yerleştiler. (Egypt, Kıpti/Çingene ülkesi, biz Mısır diyoruz.) Sonra batıya doğru yayıldılar. Anadolu ilk tarım yapılan topraktı, su ve buğday birlikte vardı ve bu nedenle göçler buraya doğru kaydı.
Hindistan üzerinden Afrika kökenli insanlar ve Asya üzerinden Türk kökenli insanlar Ön Asya’da, bu topraklarda buluştu, ortak yaşantılar oluştu. Afrika kökenlilerin Latince gibi dilleri zaman zaman egemen olduysa da Türk dili daha geniş alanlara yayılabildi, çok az değişiklikle hep yaşadı. Türkçe’nin bu kadar uzun yaşayabilmesinin önemli nedenleri vardır.
Anadolu’da ve Avrupa topraklarında bu iki kökenin birlikte var olmalarının nedeni doğal göçlerdir. Ancak Türklerin daha Orta Asya’dayken demiri eritme, su kanalları yapma, yani toprağı ve kayayı değiştirme kültürüne sahip olmaları, gittikleri yerlerde dillerini üstün tutabilmelerine yaramıştır. Yani Türkçe bir matematik dili olduğu için, sanat-kültür dili olduğu için, bu kadar geniş alanda varlığını devam ettirebilmiştir.
Türkleri ve Çingeneleri neden sevmez zengin batılı beyaz adam? Çünkü kendini üstün ilan eden o beyaz adam kendi atalarını küçümseyen dünyamızın sınıf atlamış şımarık çocuklarıdır.
Şunu da düşündüm; dünyada iki insan kaynağının olduğunu kabul etmek Adem ile Havva efsanesini yıkacaktır, din ile iç içe yaşayan batılı Hıristiyan tutucu kalemlere iki ayrı popülasyonu kabul ettirmek zordur, çünkü aksi halde bütün ezberledikleri bilgileri ve yazdıkları kitapları değiştirmeleri gerekecek.
Biliyor musun, yaşadığımız topraklara Türkiye diyen de batılılardır. Trakya adı, Türklerin yaşadığı yer anlamında Trukya olarak söylenmiş, bu sözcük dönüşerek Türkiye olmuştur.
Mustafa Kemal Atatürk, Türk Tarih Kurumunu kurdu ve tarihçilere Etrüsklerin Asya ile akrabalığını araştırma görevi verdi. Şimdi bu araştırma sonuçlarını yayınlayan Bilim Ütopya Dergisinin Aralık 2005 sayısını sana göndermek isterim. (Meksika’da da benzer bir araştırma yaptırmıştı.) Adresini verebilirsen sana bu dergiyi postayla gönderirim.
Etrüskler, Roma şehrinin kurucusudur. Dergide Roma müzesindeki resim ve heykellerin resimleri var.
Ben bir drama öğretmeni olarak bu resimlerin ne anlattığı şöyle çözdüm:
1. Romüs Romülüs’ü emziren dişi kurt heykelinde şunları görüyorum: Dişi kurt efsanesi orta Asya kökenlidir. Demir dağları eriterek delen insanların tarihidir bu efsaneler. (Dağları delen aşıklarımız, halk hikayelerimiz hala vardır.) Yani demiri eriten teknolojiye sahip insanlar bir sonraki aşama olan bronzdan heykeli yapabilirler. Kalıp dökülerek yapılmış bir heykeldir söz konusu; eritme ve başka madenlerle karıştırma, bunlardan yeni aletler yapma aşamasına geçilmiş demektir.
Benzer şekilde, 10 yıl önce bulunan Göktürk parasında hükümdar ve karısının başı birlikte kabartma yapılmıştır. Kabartma resim madeni para üzerindedir; aynı teknolojidir bu.)
2. Romüs ve Romülüs adı: Çingene/Roman adıdır. Bronz heykelde dişi kurt bu iki Çingene çocuğu emziriyor. (Bugünkü Romanya’da bu isimler erkek çocuk adı olarak vardır/2005.) Yani, Asyalılar Afrika’dan gelenleri besliyor!
3. Dans eden kızlı erkekli resimler: İki zurna çalan bir erkek var, kıza kur yapıyor. Bu figür bizde var, kız yüzünü saklar, erkek maharetlerini gösterir, en maharetli erkek onu dansa kaldırır, vb. Kızın başındaki örtü, bugün Karadenizli kadınların başından dolandırarak omzuna attığı çersandır.
Zurna, geleneksel üflemeli Anadolu çalgısıdır. Zurnanın gelişmiş olanı bugün klarnettir. Klarnet aynı zamanda Çingene çalgısıdır.
Solo dans eden kadın
4. Parmak şıklatan iki elli küp: Bir küpün kulpuna geçirilmiş, mandal görevi verilmiş kollar, tipik Türk halk oyunlarındaki el hareketini veriyor.
5. Balmumu maske: Ölen genç kızın yüzünden alınan balmumu maskenin kenar süsünde, kızın alnında dizilmiş paralar ve başında tüyler var. Bugün bile Ankara/Orta Anadolu köylerinde gelin kızın başına renkli tüyler ve alnına altın paralar dizilmektedir.
Etrüsklerin ölen kız maskesi, ölen kadına saygıyı, onun yüzünü resim gibi duvara asma geleneğini gösterir. Anadolu’da, kadın-erkek ayırmadan ölenlerin resmini çerçeveletip duvara asma geleneği devam etmektedir. Resmi yasaklayan İslamiyet bile bu geleneği yok edememiştir. Etrüsklerin yaptığı kadın-erkek birlikte heykelleri Göktürklerdeki kadın-erkek birlikte resmedilmeyle örtüşen bir durumdur.
6.Solo kadın dansçı: Kadının elleri tipik Kafkas yöresindeki dans figürüdür. Ayaklarında çarık vardır. Çarık halen bilinen, deriden yapılmış bir ayakkabıdır.
Dericilik Türklerin en eski becerilerindendir. Örneğin, eti tuzlayarak uzun süre koruma, kurutulmuş tuzlanmış et saklama, deriden çarık, çadır, pösteki, su kabı, peynir kabı, vb yapma teknikleri vardır. Macarların ünlü salamı bu becerinin devamıdır.
7. Karı-koca Lahitleri: Kadınla erkeği birlikte gösteren bu lahitler Göktürk paralarında olduğu gibi kadına değer verme geleneğini gösteriyor. Anadolu’da Kibele adıyla bilinen Ana Tanrıça mitolojisi bu geleneklerle örtüşen bir durumdur.
Sevgili Timea, her hangi bir yorum yapmadan bu bilgileri Macar arkadaşlarına aktarabilir ve onları tartıştırabilirsin.
Bana posta adresini verirsen yukarıda sözünü ettiğim Bilim ve Ütopya dergilerini gönderirim.
Arkadaşlarına eve geldiklerinde ikram ettiğin kahve öncesi şeker ve kahve yanındaki su da bir Türk geleneğidir. Ancak biz belki Anadolu’da buna kolonya ikram etmeyi ekledik; temiz el, temiz hava ve hoş kokularla sohbet etmek için olmalı. Sizde kolonya ikram etmek de var mı?
Son olarak sana “Attila /İlk Avrupalı” adlı yeni bir tarihi romandan söz etmek istiyorum. Yazarı Grigory Tomski Yakutistan’da doğmuş ve Paris’te yaşıyor. Bu romanını dünyada ilk kez Türkiye’de Türkçe olarak bastırdı. Papirüs yayınlarında basılan bu kitapta Roma saldırılarından bıkan diğer Avrupalıların kendilerini kurtarsın diye davet ettikleri genç Hun İmparatoru Atilla’yı anlatmaktadır.
Atilla, Fransızca, Latince, Almanca bilmektedir, akıllı ve cesurdur, Romalılara karşı Avrupalıları birleştirir. Devlet kurma geleneği olan Asya Türkleri böylece Avrupa tarihine de şekil vermiş olur. “Attila’nın hayatı bin yıldan bu yana Alman halk ozanlarının şarkılarına konu olurken bir çok yaar ve sinema yapımcısına da ilham vermeye devam ediyor…” diyor yazar Tomski.
Sana yeni bir şey söylemiş olur mu bu kitap, bilmiyorum.
Sevgilerimle.
29.12.2005
Ankara
Yeni bir mektup arkadaşım var, adı Timea Baksa. Kendisi Macar, Türkçe öğreniyor, Rusça ve İngilizce öğretmeni olarak çalışıyor. Altı ay önce yazdığım “Macar Şairi Yusuf Atilla” başlıklı yazımı bir yerden okumuş, etkilenmiş ve bu nedenle bana ulaştı.
Yazımı şöyle bitirmiştim;
“Belki de Mustafa Kemal’in istediği doğrultuda olan bu çalışmalardan, iki halkın yakınlaşmasından birileri rahatsız olmuştu. Neden bize bu kadar yakın ve akraba bir kültürün edebiyatını tanımıyoruz? Onlardan kopuk ama bizimle hiç bağı olmayan Anglosakson kültüre ne kadar yapışık hale getirilmişiz… “
Mektubuna bu sözlerimden etkilendiğini belirterek başlıyordu.
“Sayın Mahiye Hanım, Jozsef Attila hakkında yazdıklarınızı okudum ve beni çok etkiledi.
Ben Macarım ve sizin gibi “neden bize bu kadar yakın ve akraba bir kültürün edebiyatını tanımıyoruz?” diye düşünüyorum…
Zaten Macarlar da Türkiye’yi hiç bilmez… Osmanlı zamanları bilir sadece, Türkiye’de tatil yaparken şaşırıyorlar…
Allah’a şükür Türkiye’yi seven insanlar var bizde ve bu grubun sayısı her gün büyüyor. Biz de Türk kültürünü Macarlara tanıtmak istiyoruz. Ben genellikle müzik seviyorum, Türk müziğini Macaristan’a getirtmek için çalışıyorum. Sitemiz var, orada buluşuyoruz.
Size teşekkür etmek istedim, yazdıklarınız için, Macar edebiyatını sevdiğiniz için.
Lütfen hatalarıma bakmayın, sadece bir yıldır Türkçe öğreniyorum.
Saygılarımla.”
Ona yazdığım aşağıdaki uzunca mektup-makaleyi okurlarımla paylaşmak isterim.
Sevgili Timea,
Seninle paylaşmak istediğim ne çok konu var. Sana sorularım da olacak. Örneğin, Macar opera sanatçısı Török Erzsebet’in okunuşunu Türkçe yazmak istesem nasıl yazmalıyım? Bir Türk adı olduğu belli. Onun bir CD’sini almıştım Keçkemet’teyken. Bu CD’yi sınıflarımda kullanıyorum, müziğinden önce adının yazılışını gösteriyorum öğrencilerime. Akraba kültürleri bilsinler diye.
Okunuşu Ercebe, Erçeve gibi sanıyorum. “B” harfinin bizde yerel okunuşunda bazen “V” olarak çıktığını bilirim.
“Ç” harfinin Rize ve Erzurum civarında Azeriler gibi, sizde de öyle olduğunu gördüm, Ç ile C nin arasında bir ses olarak çıktığını biliyorum. Örneğin, Çigan değil “cingane” oluyor. Hatta, ilk “n” yi ve sondaki “e” yi duyamazsınız bile.
Sevgili Timea, senin adındaki ses kaynağını merak ettim. “Timur” ile kök benzerliği olabilir. Timur, tarihte bir Fars (İran) imparatorudur, ama o bir Türk idi. Bizde bu isim yaygındır. Sonundaki “r” harfini sanki “ğ” gibi veririz, adeta “r” yok olur. “R” harfini yok etme sizde de yaygındır, özellikle sondaki ”r” ler duyulmaz. Bizde Ege bölgesinde “r” hemen hiç kullanılmaz. “Bi du” deriz yaramazlık yapan çocuğa, oysa yazarken “bir dur” yazarız. “Kar” yazarız, ama konuşurken “ka” çıkar.
“Yağmur” yazarız, ama konuşurken hem ”ğ”, hem ”r” yi atar, “yamu” çıkartırız, “Var mı” yazar, “va mı” diye çıkartırız. Biliyorum ki dünyada dil üzerinde en çok çalışanlar Macar dilcileri olmuştur, ses bilimcilerle, müzikologlarla birlikte çalışmışlar, çıkartılan seslerin hiç birini yok etmemişlerdir. Bu nedenle Macar dili fonetik olarak beni ilgilendirmektedir.
Rizeliyim ve Rize şivesi Türkçe’ye en uzak şive gibi görünür, oysa uzak olduğu nokta İstanbul Türkçesidir, Macar Türkçesi değildir, bunu fark ettim. Bu fikre bebek nazlatmaları üzerine yaptığım derleme ve araştırma sırasında ulaştım, bunu da nazlatmalar üzerine yazdığım makalemde belirttim. (8.9.2005 tarihinde bir dilekçe yazarak önerdiğim “nazlatma” sözcüğü, Türk Dil Kurumu tarafından kabul edilmiş ve bu durum 19.12.2005 tarih ve142/5258 sayılı yazıyla tarafıma bildirilmiştir.)
Örneğin, Rize’de Orta Asya’dan, Turfan’dan gelen sözcüklerimiz bile vardır. Uygur bölgesindeki Turfan’da su kanallarının adı olan “Karız” çok yakın olarak Rize’de “keriz” (“e” harfi “a” ya eğimlidir”, “k” harfi de “ç” karışımlıdır) vardır. Sadece sözcük olarak değil, bizzat işlevsel olarak aynen vardır.
Benim büyüdüğüm evin bahçesinde toprağın iki metre kadar altında, bahçeyi verevine geçen bir keriz vardır. İşlevi şudur; Rize çok yağış alır, bahçe göllenmesin diye bu keriz suyu toplar ve denize kadar alttan geçirir. Kerizin bir noktasında taş merdivenle inilen bir “puar” vardır. Dikkat edin, “pınar” demedim. Puardan tertemiz içme suyu alırdım çocukluğumda, bu görev benimdi evde; en küçük olana verilir bu iş, çünkü puarın çukuru çok geniş değildir.
Puar sözcüğünün Antalya’dan İzmir’e kadar geniş Ege bölgesinde “pınar” yerine kullanıldığını biliyorum. Antalya, Burdur, Denizli civarı bilinen eski Türkmen bölgeleridir, onlar da puar derler. Hatta, “r” yi çıkartmazlar tıpkı sizdeki gibi. Sizin “Macar” sözcüğüne “mohacır” dediğiniz, hatta “moac(ı)” olarak çıkarttığınızdaki gibi.
Dahası var, Rize’de çocuğa su içirirken annesinin “su, al su, iç” anlamında söylediği söz şudur; “BU, A BU”. Puar ile ilişkisi açık.
Orta Asya’da Karız sulama tekniğinin kullanıldığı coğrafi alanın adı olan “Turfan” sözcüğünün ortaya çıkardığı bir sözcük de erken yetişen sebze ve meyve anlamında kullanılan ”turfanda” sözcüğüdür(“Uygarlık Köprüsü Karız”, Bilim ve Ütopya, Ekim 2005). Bugün bu sözcük, Rize’de ve tüm Türkiye’de aynı işlevde ve aynı adla kullanılmaktadır.
Dönelim bizim bahçedeki kerize. Bu kerizi annemin dedeleri yapmıştı. Bu durum, atalardan beri bir su kanalı kültürünün olduğunu gösterir. Dedelerimiz, şimdiki Gürcistan’dan gelmişlerdi ve lakapları “Finci” idi. Orada “Fin” köyü varmış, oradan gelmişler. “Fin” köyü adını nerden almış olabilir? Orta Asya’dan kuzey Avrupa’ya gitmiş olan Finlilerle aynı çıkış noktasına ulaştığımızı hissediyorum. (Bugün anne aile soyadım Fencioğlu’dur, ancak anneme “Fincinin kızı” denilmesi devam etmektedir.)
Yine Rize’de çok geniş bir KOPUZ sülalesi vardır. Gözlerindeki tatarımsı çekiklik ve yuvarlak yüzleri belirgin ortak özellikleridir. Bu aileden kız alıp vermelerle benzer özellikler daha geniş alanda görülmektedir, büyük yengem bu soydandır. Gelelim “Kopuz” sözcüğüne; Türk halk çalgısı (Anadoluda yaşamış bütün toplumların da ortak çalgısıdır) bağlamanın atası “kopuz” denilen Orta Asya çalgısıdır. Bakıyoruz hem genetik olarak Asyalı hem aldığı soyadıyla belirgin Asyalı.
Karadenizli olarak bir başka ortak özelliğimizi daha söylemek istiyorum; tulum zurna. (Pipe organ olarak bilinen bu çalgı Macaristan’da ve bugünkü Romanya sınırları içinde kalan Transilvanya bölgesinde kullanılmaktadır. Transilvanya bölgesiyle ilgili aynı düşüncede olduğumuzu sanıyorum; Sultan Kutay pentatonik bebek nazlatmalarını buradan derlemişti, benzerini Rize’de derledim.
Tulum zurnanın batıya göçlerle nerelere kadar gittiği başka bir yazımıza konu olsun. Ancak deriden yapılmış olan tulum zurnanın, dericilik kültürü gelişmiş toplumların ürünü olacağı kuşkusuzdur.
Rize yöresel halk dansı olan horonda belirgin ritim yedi onaltılıktır. Bu ritim Macaristan’a çok yakın olan Moldavva’da kullanılmaktadır. Moldavyalı yaylı çalgılar orkestrasından dinledim, aynı hareketlilikte yedi onaltılık horon çaldılar. Kendi bestecileri yerel müziklerini armonize etmişti o eserde. Biliyoruz ki Moldavya’da Gagavuz/Gökoğuz Türkleri yaşamaktadır. Bu bağlantılarla Doğu Karadenizlilerin Gökoğuz Türkleriyle olan yakınlığı açıklanabilir.
Macarlarla ortak bir yanımız da Çingenelerle birlikte yaşıyor olmamızdır; yoksulluktan kendini kurtarmış olanlarına artık “Çingene” demiyoruz. Ancak Türk Çingeneleri belki de dünyanın en şanslı olanlarıdır, Avrupa’daki gibi soykırım asla yaşamamışlar, her meslekte her kariyere kadar hep var olmuşlardır.
Çingeneler konusunda benim görüşüm size farklı gelebilir. Özetle, “Dünyada iki insan popülasyonu vardı, biri Afrika’nın ortasıdır, diğeri Asya’nın ortasıdır.
1. Türkler Orta Asya popülasyonundan gelir, oradan iç denizin kurumasıyla doğal göçlerle yayıldılar (Avrupa’nın kuzeyi henüz buzlar altındayken, Bering boğası henüz kırılmamışken, MÖ:6500 de oluşan Karadeniz henüz çökmemişken).
2. Çingeneler Afrika popülasyonundan gelir. Sahra çölü yokken, yüzlerce yıl süren yanardağ patlamalarından kaçanlar sahil boyu su kenarlarını takip ederek göç ettiler. Henüz güney doğu Asya’da adalar oluşmamışken yürüyerek Avustralya’ya kadar gittiler. Hindistan ve Mısır önemli su kaynağıydı, buralara yerleştiler. (Egypt, Kıpti/Çingene ülkesi, biz Mısır diyoruz.) Sonra batıya doğru yayıldılar. Anadolu ilk tarım yapılan topraktı, su ve buğday birlikte vardı ve bu nedenle göçler buraya doğru kaydı.
Hindistan üzerinden Afrika kökenli insanlar ve Asya üzerinden Türk kökenli insanlar Ön Asya’da, bu topraklarda buluştu, ortak yaşantılar oluştu. Afrika kökenlilerin Latince gibi dilleri zaman zaman egemen olduysa da Türk dili daha geniş alanlara yayılabildi, çok az değişiklikle hep yaşadı. Türkçe’nin bu kadar uzun yaşayabilmesinin önemli nedenleri vardır.
Anadolu’da ve Avrupa topraklarında bu iki kökenin birlikte var olmalarının nedeni doğal göçlerdir. Ancak Türklerin daha Orta Asya’dayken demiri eritme, su kanalları yapma, yani toprağı ve kayayı değiştirme kültürüne sahip olmaları, gittikleri yerlerde dillerini üstün tutabilmelerine yaramıştır. Yani Türkçe bir matematik dili olduğu için, sanat-kültür dili olduğu için, bu kadar geniş alanda varlığını devam ettirebilmiştir.
Türkleri ve Çingeneleri neden sevmez zengin batılı beyaz adam? Çünkü kendini üstün ilan eden o beyaz adam kendi atalarını küçümseyen dünyamızın sınıf atlamış şımarık çocuklarıdır.
Şunu da düşündüm; dünyada iki insan kaynağının olduğunu kabul etmek Adem ile Havva efsanesini yıkacaktır, din ile iç içe yaşayan batılı Hıristiyan tutucu kalemlere iki ayrı popülasyonu kabul ettirmek zordur, çünkü aksi halde bütün ezberledikleri bilgileri ve yazdıkları kitapları değiştirmeleri gerekecek.
Biliyor musun, yaşadığımız topraklara Türkiye diyen de batılılardır. Trakya adı, Türklerin yaşadığı yer anlamında Trukya olarak söylenmiş, bu sözcük dönüşerek Türkiye olmuştur.
Mustafa Kemal Atatürk, Türk Tarih Kurumunu kurdu ve tarihçilere Etrüsklerin Asya ile akrabalığını araştırma görevi verdi. Şimdi bu araştırma sonuçlarını yayınlayan Bilim Ütopya Dergisinin Aralık 2005 sayısını sana göndermek isterim. (Meksika’da da benzer bir araştırma yaptırmıştı.) Adresini verebilirsen sana bu dergiyi postayla gönderirim.
Etrüskler, Roma şehrinin kurucusudur. Dergide Roma müzesindeki resim ve heykellerin resimleri var.
Ben bir drama öğretmeni olarak bu resimlerin ne anlattığı şöyle çözdüm:
1. Romüs Romülüs’ü emziren dişi kurt heykelinde şunları görüyorum: Dişi kurt efsanesi orta Asya kökenlidir. Demir dağları eriterek delen insanların tarihidir bu efsaneler. (Dağları delen aşıklarımız, halk hikayelerimiz hala vardır.) Yani demiri eriten teknolojiye sahip insanlar bir sonraki aşama olan bronzdan heykeli yapabilirler. Kalıp dökülerek yapılmış bir heykeldir söz konusu; eritme ve başka madenlerle karıştırma, bunlardan yeni aletler yapma aşamasına geçilmiş demektir.
Benzer şekilde, 10 yıl önce bulunan Göktürk parasında hükümdar ve karısının başı birlikte kabartma yapılmıştır. Kabartma resim madeni para üzerindedir; aynı teknolojidir bu.)
2. Romüs ve Romülüs adı: Çingene/Roman adıdır. Bronz heykelde dişi kurt bu iki Çingene çocuğu emziriyor. (Bugünkü Romanya’da bu isimler erkek çocuk adı olarak vardır/2005.) Yani, Asyalılar Afrika’dan gelenleri besliyor!
3. Dans eden kızlı erkekli resimler: İki zurna çalan bir erkek var, kıza kur yapıyor. Bu figür bizde var, kız yüzünü saklar, erkek maharetlerini gösterir, en maharetli erkek onu dansa kaldırır, vb. Kızın başındaki örtü, bugün Karadenizli kadınların başından dolandırarak omzuna attığı çersandır.
Zurna, geleneksel üflemeli Anadolu çalgısıdır. Zurnanın gelişmiş olanı bugün klarnettir. Klarnet aynı zamanda Çingene çalgısıdır.
Solo dans eden kadın
4. Parmak şıklatan iki elli küp: Bir küpün kulpuna geçirilmiş, mandal görevi verilmiş kollar, tipik Türk halk oyunlarındaki el hareketini veriyor.
5. Balmumu maske: Ölen genç kızın yüzünden alınan balmumu maskenin kenar süsünde, kızın alnında dizilmiş paralar ve başında tüyler var. Bugün bile Ankara/Orta Anadolu köylerinde gelin kızın başına renkli tüyler ve alnına altın paralar dizilmektedir.
Etrüsklerin ölen kız maskesi, ölen kadına saygıyı, onun yüzünü resim gibi duvara asma geleneğini gösterir. Anadolu’da, kadın-erkek ayırmadan ölenlerin resmini çerçeveletip duvara asma geleneği devam etmektedir. Resmi yasaklayan İslamiyet bile bu geleneği yok edememiştir. Etrüsklerin yaptığı kadın-erkek birlikte heykelleri Göktürklerdeki kadın-erkek birlikte resmedilmeyle örtüşen bir durumdur.
6.Solo kadın dansçı: Kadının elleri tipik Kafkas yöresindeki dans figürüdür. Ayaklarında çarık vardır. Çarık halen bilinen, deriden yapılmış bir ayakkabıdır.
Dericilik Türklerin en eski becerilerindendir. Örneğin, eti tuzlayarak uzun süre koruma, kurutulmuş tuzlanmış et saklama, deriden çarık, çadır, pösteki, su kabı, peynir kabı, vb yapma teknikleri vardır. Macarların ünlü salamı bu becerinin devamıdır.
7. Karı-koca Lahitleri: Kadınla erkeği birlikte gösteren bu lahitler Göktürk paralarında olduğu gibi kadına değer verme geleneğini gösteriyor. Anadolu’da Kibele adıyla bilinen Ana Tanrıça mitolojisi bu geleneklerle örtüşen bir durumdur.
Sevgili Timea, her hangi bir yorum yapmadan bu bilgileri Macar arkadaşlarına aktarabilir ve onları tartıştırabilirsin.
Bana posta adresini verirsen yukarıda sözünü ettiğim Bilim ve Ütopya dergilerini gönderirim.
Arkadaşlarına eve geldiklerinde ikram ettiğin kahve öncesi şeker ve kahve yanındaki su da bir Türk geleneğidir. Ancak biz belki Anadolu’da buna kolonya ikram etmeyi ekledik; temiz el, temiz hava ve hoş kokularla sohbet etmek için olmalı. Sizde kolonya ikram etmek de var mı?
Son olarak sana “Attila /İlk Avrupalı” adlı yeni bir tarihi romandan söz etmek istiyorum. Yazarı Grigory Tomski Yakutistan’da doğmuş ve Paris’te yaşıyor. Bu romanını dünyada ilk kez Türkiye’de Türkçe olarak bastırdı. Papirüs yayınlarında basılan bu kitapta Roma saldırılarından bıkan diğer Avrupalıların kendilerini kurtarsın diye davet ettikleri genç Hun İmparatoru Atilla’yı anlatmaktadır.
Atilla, Fransızca, Latince, Almanca bilmektedir, akıllı ve cesurdur, Romalılara karşı Avrupalıları birleştirir. Devlet kurma geleneği olan Asya Türkleri böylece Avrupa tarihine de şekil vermiş olur. “Attila’nın hayatı bin yıldan bu yana Alman halk ozanlarının şarkılarına konu olurken bir çok yaar ve sinema yapımcısına da ilham vermeye devam ediyor…” diyor yazar Tomski.
Sana yeni bir şey söylemiş olur mu bu kitap, bilmiyorum.
Sevgilerimle.
29.12.2005
Ankara