1933 Reform Değil Karşı Devrimdi
Gönderilme zamanı: 09 May Çrş, 5:56
M.Morgül
1933 Üniversite Kuşatması
3-5 Mayıs 2007 tarihlerinde, Bilim ve Ütopya Kooperatifi ve DTCF Bilim Tarihi Kürsüsü tarafından Cumhuriyet ve Bilim sempozyumu gerçekleştirildi.
Sempozyum boyunca akademik kariyer kaygısı olmadan yapılan konuşmalardan ve sunulan bildirilerden bir hayli yararlandım. Özellikle her oturumda bir bilim dalında sunulan portrelerle Türk insanının bilimde neler yaptığını, ülkesine ve dünyaya neler kazandırdıklarını duydukça kendime güvenim ve milletime saygım çoğaldı.
Atatürk devrimleriyle bilimde nasıl sıçrama yaptığımız ve sonra hangi dönemlerde nasıl kuşatıldığımızı ve geriletildiğimizi anladım.
1933 de Fen Edebiyat Fakültesi demek olan Darülfünun kapatıldı ve yerine İstanbul Üniversitesi açıldı. Bu sırada yabancı bilim adamlarına kapılar açıldı, çok sayıda Türk bilim adamı üniversiteden uzaklaştırıldı.
1933 de üniversitede olup bitenler kafalarda hep soru işaretlidir. Bu harekete 1933 reformu, Malche reformu, devrim, arıtma, tasfiye, bilimi ecnebiye teslim gibi değişik sıfatlar kullanılmaktadır. Sonuçları bugün bile görülen bu değişikliğin daha uzun yıllar tartışılacağı anlaşılmaktadır. Çünkü bazı genç araştırmacıların ulaştığı bilgiler 1933 hareketinin bir reform adı altında sunulduğu ama böyle olmadığı yolundadır. Örneğin; Alman faşizminden kaçarak gelen bilim adamları olduklarına inandırıldık, oysa kaçarak gelen kimse yoktu.
Eğitimde 1933 kuşatmasının sonuçlarına bakıldığında şunları görebiliyoruz:
1- Yabancı bilim adamlarının yerleştikleri kürsülerde, onlar için yeni kürsüler de açıldığı halde, hiçbir bilimsel ürün ortaya çıkarmadıkları saptanmıştır. Bu kürsülerde kendilerine öğrenci olan çok sayıda genç beyinlerimizi Almanya’ya ve ABD’ye göndermişler ve hatta 1939’da çoğu geldiği ülkeye dönmüş veya ABD’ye yerleşmiştir. En son 1953’de 40 bilim adamımız birden ABD’ye gitmiştir. Görünen odur ki; getirdiklerinden fazlasını götürmüşlerdir.
2-1933’de Ziraat Fakültesine gelen 40 bilim adamından 38’i Alman hükümeti ile anlaşmalıdır. Demek ki ALMANYA’DAN KAÇARAK GELEN BİLİM ADAMI YOKTU. Bunlardan 12 tanesi Veteriner Hekimliğinde çalıştı. Sözleşmeli 38 tanesi 1939’da Almanya’ya geri döndü, hani bunlar Nazilerden kaçarak gelmişti?
Öte yandan biz 1932’de sığır vebasını kendi çabamızla yok etmiştik. Suni tohumlama yöntemini SSCB’den almış, verimli hayvan ırklarının ıslahını geliştirmiş, dünyada bunu uygulayan 2. ülke olmuştuk. İşte, 10.yılında Türk devriminin bu başarıları batıda endişe yaratmaya başlamış görünmektedir. Anlaşılan, arkalarındaki piyasanın dev gücü, bilim adamı pazarı kurarak kürsülerimizi ele geçirdiler; 1933’ün meyvelerini Amerika topladı.
Bilinir ki, Cumhuriyetin başında tıpta ve veterinerlikte ülkemizde bilim altın çağını yaşadı. Örneğin aşı üretip satıyorduk. Peki, 1933 de sonra neler yaşandı? Bugün halk sağlığında, koruyucu hekimlikte ve hayvan sağlığında dışa bağımlı haldeyiz.
Evet, 1933 de Türk üniversiteleri kürsülerinden kuşatılmış ve Kemalist devrim rotasından çıkartılmaya başlanmıştır. Kemalist devrimin tekrar rayına oturması Türk bilim adamlarının ve Türk üniversitelerin gündemini oluşturmalıdır. Cumhuriyet ve Bilim sempozyumu bir kere daha bunları bize düşündürdü.
1933’ün Meyvelerini Amerika Topladı
Cumhuriyet ve Bilim sempozyumunda konuşan Erdal İnönü de 1933’de yapılanlardan överek, bu reformu yaptığı için Atatürk’e teşekkür etti.
Kendisiyle aynı oturumda konuşan genç bilim tarihi araştırmacısı İnan Kalaycıoğulları 1933 hareketi için reform dedi. Fakat bildirisinde gelen yabancı bilim adamlarının on yıl içinde ne kadar çok yetenekli zeki gencimizi Amerika’ya götürdüğünü sayılarla verince şunu söylemek durumunda kaldı; “1933’ün meyvelerini Amerika topladı”. Bence asıl üstünde durmaya değer nokta budur.
1.Dünya savaşı sırasında Amerika topraklarına yerleşmeye karar veren büyük sermaye bilim adamlarını kendisinin yanında götürememe sıkıntısı yaşıyordu. Asıl düğüm buradadır. Avrupalı bilim adamlarını Amerika’ya kaçırtmanın bir yolu bulunmalıydı.
1932’de İsviçre’de bir bilim adamı pazarlama derneği kuruldu. İsviçre’de kurulan bu derneğin başkanının yakın arkadaşı bay Malche 1932 de Türkiye’ye gelip gazetelerden İstanbul Darülfünun aleyhine yazılmış yazıları toplayıp bir rapor hazırlıyor ve bu rapor üzerine üniversite reformu adı verilen düzenlemelere geçiliyor.
Gazetelerde, örneğin, fotoğraf çektirmek isteyen öğrencilere “günahtır çektirmeyin” diyen bir öğretmenin haberi yer alıyor ve bu haber raporda gerekçe olarak bulunuyor. Yani üniversitenin laboratuarları, ders programları değil esas alınan. Diyebiliriz ki, Türk üniversitelerini ecnebilerin işgal etmesine gerekçe olan kasıtlı bir rapordur ünlü 1932 Malche raporu. Eğitimin ezberci olduğu da yazılıdır o raporda ve bu gün de Dünya Bankası sosyal eğitim programımızı bize terk ettirirken (2005) aynı malzemeyi kullanmaktadır.
Yine bugün 2007’de, devlet okullarından özel okullara kaçırtmak için çeşitli provokasyonlara rastlıyoruz. Öğretmenler tayin edilmeyerek özel okullarda çalışmaya zorlanmaktadır. Yöntem değişmemiş görünmektedir. Özel okulların yabancılara satışına başlanmıştır; örnek Özel Bilgi Üniversitesinde satışın bir bölümü gerçekleşmiştir.
1933’de, bakıyoruz 240 öğretmenden 150’si emekliye ayrılıyor, diğerleri geri hizmete alınıyor. Ecnebilere iki katı maaşla kadrolar devrediliyor, ailelerine de iş temin ediliyor. Atılanların listesi sunulan bildirilerde hiç yokken, dışarıdan getirilenlerin ve açıktan kadro verilenlerin listeleri bilinmektedir. Atılanların bir kısmı ise yurt dışına gitmişler veya küsüp kabuğuna çekilmişlerdir.
Ali Baltacıoğlu’na göre atılanların sayısı 500 civarındadır. Babası İ.Hakkı Baltacıoğlu da atılanlar arasındadır. Serbest Fırka’ya üye olduğu gerekçesiyle atılanlar içindedir. Ki, eğitim metotlarında yenilikleri, tiyatroyu eğitime sokan, iş içinde eğitimi getiren, Köy Enstitülerindeki yöntemlerin in fikir babası sayılan eğitimcimizdir. Belli ki bir punduna getirilip hazin şekilde eğitimden uzaklaştırılmıştır. 1960’da, 70’de ve 80’de benzer biçimde vatansever, üretken, halkçı ve devrimci eğitimcilerin sendika üyesi olmak gibi, sudan bahanelerle okuldan atıldıklarını ve hatta hapsedildiklerini (kendim buna örneğim.M.M) düşündükçe benzer oyunların 1933’de de atılanlar için oynandığını tahmin edebiliyorum.
Bir çok nedenle 1933’de Atatürk’ün yanıltıldığını düşünmek mümkündür. Ki arkasından gelen yıllarda, Atatürk’ün sağlığı ile ilgili olarak da kendisi ve halkımız yanıltılmıştır. Tıp fakültesi kürsülerini devrettiğimiz ecnebi doktorlara güven ortamında yapılan yanlışlarla, bence bilerek, karaciğerini mahveden ilaçlar kendisine verilerek ölümüne sebebiyet verilmiştir. Bu ortamda 1933’de reform adı altında ecnebi bilim adamlarına kürsülerimiz teslime dilmişti.
Bir çoğu birkaç yıl sonra öğrencileriyle birlikte Amerika’ya gitmiştir. Bunlardan biri Paris Pişmiş adlı kız astronomi öğrencimizdir. Amerika’dayken Meksikalı sınıf arkadaşıyla evlenip oraya yerleşmiş, gökyüzü araştırmalarını oradan yapmış, keşfettiği 25 tane yıldıza onun adı verilmiştir.
Astronomi ve Fizik oturumunda şunu sordum: Amerika’daki uzay araştırma merkezi NASA’da bugün çalışan kaç Türk fizik mühendisi vardır?
Maalesef oturumda konuşmacı olan 3 profesör de bunu bilmediklerini söylediler. İçlerinden biri, salonun dışındaki bir sohbette, “2 bin civarında olduğunu tahmin ediyorum” dedi.
Tıpta da sorumuz aynıdır ve yanıtı yoktur; Amerika’da, sayılamayacak kadar çok bilim adamımız var.
1933’den sonra Almanya’ya doğru olan beyin göçü 1953’de 40 bilim adamımızın toplu gidişiyle birlikte Amerika’ya doğru yönünü değiştirmiştir. Ünlü astronomi bilginimiz Feza Gürsey’in ODTÜ’de işten atılmasıyla Amerika’ya gidişi gibi, beyin göçünde kaçırtmalar da yaşandı. Gerekçesinde kendisine “Sen bu çalışmaları fakültedeki öğrencilere değil yüksek lisans düzeyinde doktora öğrencilerine vermelisin, bunları Amerika’ya gider orda verirsin” gibi dolaylı gerekçeler öne sürülmüştür. Kaçırtmalar da eklendiğinde beyin göçünün ağırlığı Amerika’ya olduğu açıktır.
Amerika 1933’ün meyvelerini toplamaya devam ediyor!
1933’ün Meyvelerini Almanya da Topladı
Malche, 1933 Raporunda eğitimimizin ezberci olduğundan söz ediyor ve önerilerde bulunuyordu. Mustafa Kemal hemen evet demiyor, bir takım notlar alıyor kenarına. Örneğin;
-Bilim özgürlüğü sağlanmalı.
-Bu kadar hizmetli kadrosu çok fazla. Bunların bir kısmını öğrenciye yaptırabiliriz.
(Açılacak kürsülere sekreterlik hizmetleri için 300 civarında kadrodan söz edilmekteydi. Bunlar, gelen ecnebi bilim adamlarının aile yakınları içindi. )
-Araştırmaya yönelten program yok.
-Mülkiye ile Hukuk yakın olmalı, bunların ortak dersleri vardır.
-Tıp Fakültesinde kütüphane geliştirilmeli.
Bakar mısınız, ecnebilerin “ezberci” diye kaldırıp yerine öneride bulundukları şey ne kadar bilimsellikten uzak, ezberci ve savurgan.
Bu gün de benzer bir durumla karşı karşıyayız; Dünya Bankası aracılığıyla bizi kuşattılar, eğitiminiz ezbercidir diye suçladılar, mükemmel sosyal programımızı kaldırıp attılar ve yerine içi boş, zırva, bireyci eğitimi dayattılar, 2005’de uygulamaya geçirdiler.)
Atatürk’ün aldığı notlara bakılırsa, yenilik diye getirilen programda ezbercilik vardı, araştırmacılık yoktu. Atatürk bunu gördü ve “araştırmacılığa yöneltmiyor bu rapor” dedi.
İsviçre’de kurulan Bilim Adamları Pazarlama derneği iyi çalışıyordu. Almanya’dan Nazi baskısından kaçanlar diye gösteriliyor, oysa Kanarya Adalarından bile insanlar getiriliyordu. Üstelik Ankara’da iki katı maaş aldılar. Can havliyle gelen adam fiyat pazarlığı yapmaz, karısına kızına da iş istemez.
1934’de Alman Yahudi besteci Paul Hindemith geldi, davet edildiği bilinir. Ankara Musikî Muallim Mektebi için önerileri istendi, kendisine bir oda verildi. Bir yıl kaldıktan sonra o da Amerika’ya gitti. Giderken yine Alman Yahudi kökenli eğitimci Edward Zuckmayer’i yerine bıraktı (1936).
Sanıldığı gibi Zuckmayer Almanya’dan kaçmıyordu, Atlantik’teki adalardan birinde yaşıyordu ve Almanya ile bağları devam ediyordu. 1936’dan 1973’e kadar müzik bölümünün başında şef olarak kaldı, bu kürsüde tek otorite oydu. Zuckmayer’in, kaliteyi düşüreceği gerekçesiyle başka şehirlerde müzik bölümlerinin açılmasına engel olduğu bilinir. Ulusal bir müzik ekolü çıkartmak üzere bir çabası da olmadı. Mezunlardan Almanya’ya burslu gönderdi öğrencilerin çoğu orada kaldı, Türkiye’ye dönmedi. Onun Almanya ile kurduğu bu tür bağlar hala geçerlidir, ki, Türkiye’nin müzik eğitiminde en fazla beyin göçü verdiği ülke Almanya olmaya devam etmektedir. Bu sonuç Zuckmayer’in Almanya’ya armağanıdır.
Örneğin; müzik öğretmeni olarak 1970 mezunu 40 öğrenciydik, bölüm şefimiz E.Zuckmayer aracılığıyla 4 arkadaşımız Almanya’ya gitti. Gidiş o gidiş. Onların orada doğmuş çocukları da oralarda üstün başarıların sahibidir.
Onları köylerinden çıkartıp yatılı öğretmen okullarında, müzik seminerlerinde okutan halkımız, onların birikimlerinden asla yararlanamadılar.
Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümünden Almanya’ya burslu gidip de dönmeyenleri tez olarak araştırma konusu yapmak ne iyi olur; “Müzik Bölümünden bugüne kadar kaç mezun Almanya’ya gitmiş, kaçı oralarda kalmıştır ve başarıları nelerdir?”
Bir de, 1936’da besteci müzikolog ve eğitimci olan Yahudi asıllı Macar Bela Bartok ülkemize geldi. Ankara Halk Evinde bir konferans verdi, bu sırada ona konser veren bağlama ekibi dikkatini çekti. Türk Halk müziğini incelemek üzere tekrar geldi, bu sefer A.Saygun kendisine refakat etti. Bartok çok önemli bir çalışma başlattı ve bunu devam ettirmek için resmen vatandaşlığa başvurdu. Bartok’un Türk vatandaşlığına geçme isteği reddedildi!
Hem o yıl konservatuar da kurulmuştu, onun katkısı olabilecekti de neden acaba başvurusu reddedildi? Üzerinde düşünmeye değer bir konudur.
Onca Yahudi bilim adamına kürsüler teslim edilirken yine bir Yahudi olan Bartok neden geri çevrildi?
Bela Bartok Neden Türk Vatandaşı Yapılmadı?
Yahudi asıllı Macar müzikolog besteci Bela Bartok 1936’da Ankara’ya gelip önce bir konferans verdi, sonra A.Adnan Saygun’u da yanına alarak bir derleme turu yaptı; Toros dağ köylerinde bozulmamış Yörük Türkmenleri arasında, Kayseri’de, Ankara ve Çorum’da dolaştı. Bu çalışma çok ilgi çekti.
Türk halk müziğini önemsemek, derlemek, onu ele alıp işlemek ve evrensel müzik düzeyine çıkartmak Atatürk’ün istediği bir şeydi. Bartok’un halk arasında dolaşmasından ve derleme yapmasından birileri rahatsız oldu. Türk vatandaşlığına geçmek için resmen başvurdu ve bu isteği geri çevrildi.
Bartok’un halk içindeki bu çalışmasına itirazı olan batılılar da vardı, ki onlar üniversite kürsülerindeydiler. Onların Bartok’tan farkı şuydu; onlar BATI TAKLİTÇİSİ idiler. Bartok onlardan farklı olarak halkçı idi, sosyalist idi, Türk soylu bir Macar olan Sultan Kutay’la birlikte büyük işlere imza atmıştı. Önce aleyhinde antikomünizm silahı kullanıldı; efendim o Rus asıllıydı, Türklerin aleyhine olacak şeyler araştırıyordu, belki de ajandı… Bu türden bir konuşmayı, üzgünüm ki, 1990’lı yıllarda Adana’da bir Karacoğlan Sempozyumunda yaşlı bir tarihçiden bizzat dinleme talihsizliğini yaşayanlardanım.
2007 yazında onun ülkesi Macaristan’da Zoltan Kodaly (Sultan Kutay) Enstitüsünde eğitim alırken Enstitü kütüphanesinde Bartokla ilgili araştırma yapma fırsatım oldu. Ayrıca derslerde Bartok’un eğitim ve besteleme tekniklerini bize öğretiyorlardı. Adnan Saygun’un çok bilinen “Katibim” çeşitlemelerinde kullandığı tarzı ondan öğrendiğini düşünmeye başladım.
Onun Macar halkıyla nasıl bütünleştiğini ve Kutay’la birlikte MACAR ULUSAL MÜZİK EKOLÜNÜN KURUCUSU olduğunu öğrendiğimde neden Türk vatandaşlığına kabul edilmediğini bir daha düşünme gereği duydum.
Macaristan’daki okulun kütüphanesinde Bartok’un 1936’da Türkiye’de yaptığı derlemelerinin sonuç raporuna ulaştım.
Diyordu ki:
Türk Halk Müziği Macar Halk Müziği ile 14 (ondört) noktada ortak özellik göstermektedir.
İşin sırrı bu noktadaydı. Siz kalkıp, Polonya asıllı Mustafa Celalettin Paşa (Nazım Hikmet’in dedesi) gibi, diyeceksiniz ki Hunlarla Türkler aynı müzik geçmişine sahiptir. Macar müzikolog Sultan Kutay’la beraber köy köy dolaşacak ve Akhun kökenli Türk ülkesi olan Hungary /Macar ülkesinde dünyaca kabul görmüş çok değerli bir Ulusal Müzik Ekolü yaratmışsınız ve aynısını Türkiye’de yaratmak isteyeceksiniz; size asla izin verdirmezler! Size komünist de derler, Rus ajanı da derler…
Şu anda (2007) Sultan Kutay müzik ekolünün Türkiye’de uygulamalı tek eğitimcisi olan ben Mahiye Morgül diyorum ki; Bela Bartok’un ülkemizde kalma isteği bilerek engellenmiştir. Macaristan’ın Hitler tarafından işgali sırasında Amerika’ya gitmek zorunda kalmış ve orada ölmüş, mezarı New York yoksullar mezarlığındadır.
Bartok, Türkiye’de derleme yaparken ona çevirmenlik yapan, birlikte çalışmış olmanın onurunu tek başına sahiplenen A.Adnan Saygun her ne sebeple olursa olsun onun vatandaşlık isteğinin arkasında durmalıydı, durmamıştır. Bu önemlidir. Kıskançlıkla engellemiş olacağını söyleyenler olsa da, ulusun menfaatini düşünmemek büyük yanlıştır.
Derler ki, Saygun Bartok’a, “Müzikte yenilik getirme isteğinize uyum sağlamamız zor olacaktır, eski köye yeni adet mi getireceksiniz?” demiş. Onun yöntemlerini benimsemeye karşı çıkar. Görünen odur ki, olay sadece müzikte yeni yöntemler meselesi değildir, ulusal olan her şeye karşı çıkmaktır söz konusu. Bartok’un önü kapatılırken Türk müziğinin önüdür kapatılan.
BİZİ BATI TAKLİTÇİLİĞİNDEN KURTARACAK OLAN ve BİR ULUSAL MÜZİK EKOLÜ YARATACAK OLAN BELA BARTOK’UN ÖNÜ KESİLMİŞTİR.
Aynı yıllarda Fransa’da eğitim almış olan Faik Canselen gibi büyük Türk eğitimci bestecilerinin de önü kapatılmış, müzik okulundan alınıp Dikimevi ortaokuluna tayin edilmişlerdir. Beri yandan, halk müziğinin eğitimde kullanılması, çocuk şarkısı bestelerken halk müziği ritimlerinin ve ezgi yapısının kullanılması gibi daha bir çok konuda Bartok’la örtüşen usta müzik eğitimcisi Halil Bediî Yönetken, Ankara Radyosunda stüdyo elemanı olarak çalıştırılmıştır.
1933 ve Ulusal Olanın Önünü Kapatma!
Sonuçlarına baktığımızda rahatlıkla söyleyebiliriz ki, 1933 hareketi, sadece kürsülerimizi ecnebilerin kontrolüne devretme hareketi değil, Türk Ulusal Devrimine karşı sinsice yapılmış, sonuçları 2007’e kadar uzanan, ulusal olan ne varsa önünü kesme hareketidir.
Atatürk’e sevgisi hiç bitmeyen Kuvayi Milliye Destanının şairi Nazım Hikmet’in de (ki siyasi nedenle değil, modern Türk şiirini yarattığı için baskı görmüştür), Aka Gündüz’ün de (ki, Türk harfleriyle ilk roman yazandır, Türkçe’yi çok güzel kullanır ve Nazım’ı ilk keşfedendir) baskı görmesi ve benzeri halkçı yazarların ve halkçı bilim adamlarının baskı görmeleri, 1933’de ecnebilerin kürsülerimizi kuşatmasıyla aynı sürece rastlamaktadır.
Sanıldığı gibi bu ecnebi bilim adamlarının hepsi Alman Yahudisi değillerdi, değişik Avrupa ülkelerinden gelmişlerdi.
Tarihi doğru değerlendirebilmek için, 1.dünya savaşını anımsamakta yarar vardır. Almanya’nın yenildiği 1.Dünya savaşının devam eden sonuçlarını anımsayalım. İngilizler artık Almanya’nın efendisidir. Almanya bağımsız hareket eden bir devlet değildir. Oysa Türkiye Cumhuriyeti 1. Dünya savaşında Almanların yüzünden yenik sayılmış ama yenilgiyi kabullenmeyip İngiliz emperyalizmine karşı bir daha savaşarak bağımsız bir devlet kurmuştur. Bilinen şudur, Anadolu topraklarında ulusal bir devlete İngilizlerin tahammülü yoktur. Tarihi Türk-Alman dostluğu bir daha aleyhimize işletilmiş görünmektedir. (Roma saldırılarından Almanları kurtaran ve bu yüzden zehirlenerek öldürülen Atilla’dır)
1933’le başlayan süreçte Türk yazarların üzerindeki baskıya dönersek, 1938’de Vefa Lisesi edebiyat öğretmeni Murad Uraz tarafından yazılan “Son devrin meşhur şair ve edipleri” serisinde, 5. sırada basılan “Aka Gündüz“ kitabının iç kapağında, basılacak edipler sıralamasında Nazım Hikmet yer almaktadır; yani, 1938’de Nazım Hikmet lise edebiyat derslerinde okutulmak üzere sıraya alınmıştır. Atatürk’ün ölümünden hemen sonra bu serinin basımı durdurulmuş, H.Edip 12 yıl sonra İngiltere’den “Sinekli Bakkal” ile, kocası A.Adıvar da İslam ansiklopedisi ile dönmüş ve dünya klasiklerinin çevirilerine geçilmiş ve Nazım gibi yazarlar gözden düşürülmeye geçilmiştir.
1938’den sonra, Dikmen Yıldızı (Aka Gündüz 1927) gibi Kurtuluş savaşımızın kahraman Türk kızlarını roman kahramanı yapan eserler de geriye itilmiştir. Şeriatçı kadın kahramanı olan Sinekli Bakkal romanı 1942’de CHP tarafından ödüllendirilmiştir.
1940’da dünya klasiklerinden 496 roman hızla Türkçe’ye çevrildi halde, bir tane bile bilimsel çeviri yapılmamıştır.
Çeviri romanların okullara doldurulması nedeniyle başlangıçta Köy Enstitülerine de Türk yazarlar tarafından eleştiriler olmuştur. Enstitüden mezun olanların köye götürmeleri için yanlarına 150 kitap verilirdi, bunların çoğu yabancı eserlerdi.
Ancak, ilginçtir, Anadolu öğretmeni roman okumayı öğrendiğinde kendisi de ağalığa ve geriliğe karşı halkçı öyküler, şiirler, romanlar yazmaya başlar ve Köy Enstitülerinde rüzgar ters esmeye başlar. Bu sefer batıcılar rahatsız olmaya başlamıştır. Hasan Ali Yücel’in görevden ayrılması bu eleştirilerin başladığı dönemdir. İlginç şekilde, Köy Enstitüleri açılırken “faşist okullar”, kapanırken de “komünist okullar” damgasını yemiştir.
1940’da Köy Enstitülerinin kuruluşuna bir daha dönecek olursak, görülür ki, 1933’de gelen Yahudi öğretmenler içinde Hitler yanlısı olanlar vardı ve onlar da Köy Enstitülerinin kuruluşuna destek vermişlerdi. Alman devleti görünürde Yahudilere karşıdır, ancak Türkiye’deki Yahudi bilim adamları Almanya’ya taraftar toplamaktaydı, Türk aydınları bundan rahatsız olmuşlardı. Bu yüzden Köy Enstitüleri 278 evet oya karşılık 148 hayır oyla kabul edilmiştir.
Tam bu hengame arasında en yüksek rütbeli Türk subayı olan General Mehmet Kemal Doğan (Adana Antep Maraş cephesinde çete savaşlarını yöneterek Ermenileri ve Fransızları bozguna uğratan Atatürk’ün en yakın arkadaşlarından, 1919’da Bandırma vapurundaki Binbaşı Mehmet Kemal bey) İnönü tarafından istifa ettirilmiş, milletvekili olmaya zorlanmıştır.
1940-44 arasında, hemen kuzeyimizde Rus halkı faşizme ev ev direnirken, bizde bu savaşa karşı sesler bastırılmıştır; Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesinde N.Berkes, M.Berkes, B.Boran, P.N.Boratav, M.Ş.Başoğlu, A.Cemgil, A.Erhat gibi öğretmenler okuldan atılmıştır.
Öncelikle Alman faşizmine tepki göstermesi gerekenler 1933’de getirip kürsülerimizi ellerine verdiğimiz bilim adamı olarak bilinen insanlar olması gerekirken, bir kısmının 1939’da Almanya’ya döndükleri tespit edilmiştir.
1933 de başlayan “Ulusal olanın önünü kapatma” taktiği bugün Dünya Bankası tarafından “özelleştirme” başlığı altında bize dayatılmaktadır. Yüksek Öğretim Kurumu içerisinde bir dairesi bulunan Dünya Bankası aldığı kararlarla tüm kürsülerimizi Atlantik ötesi sermayeye teslim etme noktasına getirmiştir. YÖK, son perdeyi oynamaktadır, kendini lağvederek sessizce çekilmek üzeredir. Çünkü bütün görevlerini 5544 sayılı yasa ile piyasa üst kuruluna devretmiştir.
Sonuç olarak:
1933’de kürsüleri ecnebilere vererek başlayan kuşatma, Türk Cumhuriyetini, yani devletimizi bitirme noktasına gelmiştir. Bize de ulusal devletimizi kurtarma ve Atatürk devrimlerini yeniden inşa etme görevi düşmektedir. Ama bu kez ecnebilere kapıları çok sıkı kapatmak zorundayız!
1933’de yapılan üniversite reformu değildi, Türk milli devrimine karşı sinsice yapılmış bir karşı saldırı idi.
Bunu anlamış olmak yeter mi?
E.Teziç tarafından ellerinden imza yetkisi dahi alınıp piyasaya atılan ve de özel okullara kaçırtılan bütün kürsülerin Çok Sayın profesörleri,
Siz hala E.Teziç’i laik olduğunu düşünerek doğru bir adam mı zannediyorsunuz, o aynı zamanda liberaldir, uyanın! O, emirleri Dünya Bankasından, yani Amerika’dan alır!
Kürsüleriniz elinizden alındı uyanın!
1933’de gelenler de liberal ve laiktiler!
Bugün liberal-laik ile liberal-şeriatın hiçbir farkı olmadığını görün artık!
Onlar sosyal devletimizi, halkçı ve devletçi yönetimimizi yıkmakta birleştiler ve şimdi birlikte gidiyorlar. Dikkat edin, R.T.Erdoğan ile E.Teziç birlikte gidiyorlar!
Halkçı, devletçi, ulusçu olunmadan kürsülerinizi kurtaramayacağınızı görün artık!
Kürsülerinizi YÖK’ün önüne barikat yapın artık!
Ulusal olanı, yani ulus devletimizi, yani ulusal eğitimimizi koruma görevinizi anımsayın artık!
9.5.2007
1933 Üniversite Kuşatması
3-5 Mayıs 2007 tarihlerinde, Bilim ve Ütopya Kooperatifi ve DTCF Bilim Tarihi Kürsüsü tarafından Cumhuriyet ve Bilim sempozyumu gerçekleştirildi.
Sempozyum boyunca akademik kariyer kaygısı olmadan yapılan konuşmalardan ve sunulan bildirilerden bir hayli yararlandım. Özellikle her oturumda bir bilim dalında sunulan portrelerle Türk insanının bilimde neler yaptığını, ülkesine ve dünyaya neler kazandırdıklarını duydukça kendime güvenim ve milletime saygım çoğaldı.
Atatürk devrimleriyle bilimde nasıl sıçrama yaptığımız ve sonra hangi dönemlerde nasıl kuşatıldığımızı ve geriletildiğimizi anladım.
1933 de Fen Edebiyat Fakültesi demek olan Darülfünun kapatıldı ve yerine İstanbul Üniversitesi açıldı. Bu sırada yabancı bilim adamlarına kapılar açıldı, çok sayıda Türk bilim adamı üniversiteden uzaklaştırıldı.
1933 de üniversitede olup bitenler kafalarda hep soru işaretlidir. Bu harekete 1933 reformu, Malche reformu, devrim, arıtma, tasfiye, bilimi ecnebiye teslim gibi değişik sıfatlar kullanılmaktadır. Sonuçları bugün bile görülen bu değişikliğin daha uzun yıllar tartışılacağı anlaşılmaktadır. Çünkü bazı genç araştırmacıların ulaştığı bilgiler 1933 hareketinin bir reform adı altında sunulduğu ama böyle olmadığı yolundadır. Örneğin; Alman faşizminden kaçarak gelen bilim adamları olduklarına inandırıldık, oysa kaçarak gelen kimse yoktu.
Eğitimde 1933 kuşatmasının sonuçlarına bakıldığında şunları görebiliyoruz:
1- Yabancı bilim adamlarının yerleştikleri kürsülerde, onlar için yeni kürsüler de açıldığı halde, hiçbir bilimsel ürün ortaya çıkarmadıkları saptanmıştır. Bu kürsülerde kendilerine öğrenci olan çok sayıda genç beyinlerimizi Almanya’ya ve ABD’ye göndermişler ve hatta 1939’da çoğu geldiği ülkeye dönmüş veya ABD’ye yerleşmiştir. En son 1953’de 40 bilim adamımız birden ABD’ye gitmiştir. Görünen odur ki; getirdiklerinden fazlasını götürmüşlerdir.
2-1933’de Ziraat Fakültesine gelen 40 bilim adamından 38’i Alman hükümeti ile anlaşmalıdır. Demek ki ALMANYA’DAN KAÇARAK GELEN BİLİM ADAMI YOKTU. Bunlardan 12 tanesi Veteriner Hekimliğinde çalıştı. Sözleşmeli 38 tanesi 1939’da Almanya’ya geri döndü, hani bunlar Nazilerden kaçarak gelmişti?
Öte yandan biz 1932’de sığır vebasını kendi çabamızla yok etmiştik. Suni tohumlama yöntemini SSCB’den almış, verimli hayvan ırklarının ıslahını geliştirmiş, dünyada bunu uygulayan 2. ülke olmuştuk. İşte, 10.yılında Türk devriminin bu başarıları batıda endişe yaratmaya başlamış görünmektedir. Anlaşılan, arkalarındaki piyasanın dev gücü, bilim adamı pazarı kurarak kürsülerimizi ele geçirdiler; 1933’ün meyvelerini Amerika topladı.
Bilinir ki, Cumhuriyetin başında tıpta ve veterinerlikte ülkemizde bilim altın çağını yaşadı. Örneğin aşı üretip satıyorduk. Peki, 1933 de sonra neler yaşandı? Bugün halk sağlığında, koruyucu hekimlikte ve hayvan sağlığında dışa bağımlı haldeyiz.
Evet, 1933 de Türk üniversiteleri kürsülerinden kuşatılmış ve Kemalist devrim rotasından çıkartılmaya başlanmıştır. Kemalist devrimin tekrar rayına oturması Türk bilim adamlarının ve Türk üniversitelerin gündemini oluşturmalıdır. Cumhuriyet ve Bilim sempozyumu bir kere daha bunları bize düşündürdü.
1933’ün Meyvelerini Amerika Topladı
Cumhuriyet ve Bilim sempozyumunda konuşan Erdal İnönü de 1933’de yapılanlardan överek, bu reformu yaptığı için Atatürk’e teşekkür etti.
Kendisiyle aynı oturumda konuşan genç bilim tarihi araştırmacısı İnan Kalaycıoğulları 1933 hareketi için reform dedi. Fakat bildirisinde gelen yabancı bilim adamlarının on yıl içinde ne kadar çok yetenekli zeki gencimizi Amerika’ya götürdüğünü sayılarla verince şunu söylemek durumunda kaldı; “1933’ün meyvelerini Amerika topladı”. Bence asıl üstünde durmaya değer nokta budur.
1.Dünya savaşı sırasında Amerika topraklarına yerleşmeye karar veren büyük sermaye bilim adamlarını kendisinin yanında götürememe sıkıntısı yaşıyordu. Asıl düğüm buradadır. Avrupalı bilim adamlarını Amerika’ya kaçırtmanın bir yolu bulunmalıydı.
1932’de İsviçre’de bir bilim adamı pazarlama derneği kuruldu. İsviçre’de kurulan bu derneğin başkanının yakın arkadaşı bay Malche 1932 de Türkiye’ye gelip gazetelerden İstanbul Darülfünun aleyhine yazılmış yazıları toplayıp bir rapor hazırlıyor ve bu rapor üzerine üniversite reformu adı verilen düzenlemelere geçiliyor.
Gazetelerde, örneğin, fotoğraf çektirmek isteyen öğrencilere “günahtır çektirmeyin” diyen bir öğretmenin haberi yer alıyor ve bu haber raporda gerekçe olarak bulunuyor. Yani üniversitenin laboratuarları, ders programları değil esas alınan. Diyebiliriz ki, Türk üniversitelerini ecnebilerin işgal etmesine gerekçe olan kasıtlı bir rapordur ünlü 1932 Malche raporu. Eğitimin ezberci olduğu da yazılıdır o raporda ve bu gün de Dünya Bankası sosyal eğitim programımızı bize terk ettirirken (2005) aynı malzemeyi kullanmaktadır.
Yine bugün 2007’de, devlet okullarından özel okullara kaçırtmak için çeşitli provokasyonlara rastlıyoruz. Öğretmenler tayin edilmeyerek özel okullarda çalışmaya zorlanmaktadır. Yöntem değişmemiş görünmektedir. Özel okulların yabancılara satışına başlanmıştır; örnek Özel Bilgi Üniversitesinde satışın bir bölümü gerçekleşmiştir.
1933’de, bakıyoruz 240 öğretmenden 150’si emekliye ayrılıyor, diğerleri geri hizmete alınıyor. Ecnebilere iki katı maaşla kadrolar devrediliyor, ailelerine de iş temin ediliyor. Atılanların listesi sunulan bildirilerde hiç yokken, dışarıdan getirilenlerin ve açıktan kadro verilenlerin listeleri bilinmektedir. Atılanların bir kısmı ise yurt dışına gitmişler veya küsüp kabuğuna çekilmişlerdir.
Ali Baltacıoğlu’na göre atılanların sayısı 500 civarındadır. Babası İ.Hakkı Baltacıoğlu da atılanlar arasındadır. Serbest Fırka’ya üye olduğu gerekçesiyle atılanlar içindedir. Ki, eğitim metotlarında yenilikleri, tiyatroyu eğitime sokan, iş içinde eğitimi getiren, Köy Enstitülerindeki yöntemlerin in fikir babası sayılan eğitimcimizdir. Belli ki bir punduna getirilip hazin şekilde eğitimden uzaklaştırılmıştır. 1960’da, 70’de ve 80’de benzer biçimde vatansever, üretken, halkçı ve devrimci eğitimcilerin sendika üyesi olmak gibi, sudan bahanelerle okuldan atıldıklarını ve hatta hapsedildiklerini (kendim buna örneğim.M.M) düşündükçe benzer oyunların 1933’de de atılanlar için oynandığını tahmin edebiliyorum.
Bir çok nedenle 1933’de Atatürk’ün yanıltıldığını düşünmek mümkündür. Ki arkasından gelen yıllarda, Atatürk’ün sağlığı ile ilgili olarak da kendisi ve halkımız yanıltılmıştır. Tıp fakültesi kürsülerini devrettiğimiz ecnebi doktorlara güven ortamında yapılan yanlışlarla, bence bilerek, karaciğerini mahveden ilaçlar kendisine verilerek ölümüne sebebiyet verilmiştir. Bu ortamda 1933’de reform adı altında ecnebi bilim adamlarına kürsülerimiz teslime dilmişti.
Bir çoğu birkaç yıl sonra öğrencileriyle birlikte Amerika’ya gitmiştir. Bunlardan biri Paris Pişmiş adlı kız astronomi öğrencimizdir. Amerika’dayken Meksikalı sınıf arkadaşıyla evlenip oraya yerleşmiş, gökyüzü araştırmalarını oradan yapmış, keşfettiği 25 tane yıldıza onun adı verilmiştir.
Astronomi ve Fizik oturumunda şunu sordum: Amerika’daki uzay araştırma merkezi NASA’da bugün çalışan kaç Türk fizik mühendisi vardır?
Maalesef oturumda konuşmacı olan 3 profesör de bunu bilmediklerini söylediler. İçlerinden biri, salonun dışındaki bir sohbette, “2 bin civarında olduğunu tahmin ediyorum” dedi.
Tıpta da sorumuz aynıdır ve yanıtı yoktur; Amerika’da, sayılamayacak kadar çok bilim adamımız var.
1933’den sonra Almanya’ya doğru olan beyin göçü 1953’de 40 bilim adamımızın toplu gidişiyle birlikte Amerika’ya doğru yönünü değiştirmiştir. Ünlü astronomi bilginimiz Feza Gürsey’in ODTÜ’de işten atılmasıyla Amerika’ya gidişi gibi, beyin göçünde kaçırtmalar da yaşandı. Gerekçesinde kendisine “Sen bu çalışmaları fakültedeki öğrencilere değil yüksek lisans düzeyinde doktora öğrencilerine vermelisin, bunları Amerika’ya gider orda verirsin” gibi dolaylı gerekçeler öne sürülmüştür. Kaçırtmalar da eklendiğinde beyin göçünün ağırlığı Amerika’ya olduğu açıktır.
Amerika 1933’ün meyvelerini toplamaya devam ediyor!
1933’ün Meyvelerini Almanya da Topladı
Malche, 1933 Raporunda eğitimimizin ezberci olduğundan söz ediyor ve önerilerde bulunuyordu. Mustafa Kemal hemen evet demiyor, bir takım notlar alıyor kenarına. Örneğin;
-Bilim özgürlüğü sağlanmalı.
-Bu kadar hizmetli kadrosu çok fazla. Bunların bir kısmını öğrenciye yaptırabiliriz.
(Açılacak kürsülere sekreterlik hizmetleri için 300 civarında kadrodan söz edilmekteydi. Bunlar, gelen ecnebi bilim adamlarının aile yakınları içindi. )
-Araştırmaya yönelten program yok.
-Mülkiye ile Hukuk yakın olmalı, bunların ortak dersleri vardır.
-Tıp Fakültesinde kütüphane geliştirilmeli.
Bakar mısınız, ecnebilerin “ezberci” diye kaldırıp yerine öneride bulundukları şey ne kadar bilimsellikten uzak, ezberci ve savurgan.
Bu gün de benzer bir durumla karşı karşıyayız; Dünya Bankası aracılığıyla bizi kuşattılar, eğitiminiz ezbercidir diye suçladılar, mükemmel sosyal programımızı kaldırıp attılar ve yerine içi boş, zırva, bireyci eğitimi dayattılar, 2005’de uygulamaya geçirdiler.)
Atatürk’ün aldığı notlara bakılırsa, yenilik diye getirilen programda ezbercilik vardı, araştırmacılık yoktu. Atatürk bunu gördü ve “araştırmacılığa yöneltmiyor bu rapor” dedi.
İsviçre’de kurulan Bilim Adamları Pazarlama derneği iyi çalışıyordu. Almanya’dan Nazi baskısından kaçanlar diye gösteriliyor, oysa Kanarya Adalarından bile insanlar getiriliyordu. Üstelik Ankara’da iki katı maaş aldılar. Can havliyle gelen adam fiyat pazarlığı yapmaz, karısına kızına da iş istemez.
1934’de Alman Yahudi besteci Paul Hindemith geldi, davet edildiği bilinir. Ankara Musikî Muallim Mektebi için önerileri istendi, kendisine bir oda verildi. Bir yıl kaldıktan sonra o da Amerika’ya gitti. Giderken yine Alman Yahudi kökenli eğitimci Edward Zuckmayer’i yerine bıraktı (1936).
Sanıldığı gibi Zuckmayer Almanya’dan kaçmıyordu, Atlantik’teki adalardan birinde yaşıyordu ve Almanya ile bağları devam ediyordu. 1936’dan 1973’e kadar müzik bölümünün başında şef olarak kaldı, bu kürsüde tek otorite oydu. Zuckmayer’in, kaliteyi düşüreceği gerekçesiyle başka şehirlerde müzik bölümlerinin açılmasına engel olduğu bilinir. Ulusal bir müzik ekolü çıkartmak üzere bir çabası da olmadı. Mezunlardan Almanya’ya burslu gönderdi öğrencilerin çoğu orada kaldı, Türkiye’ye dönmedi. Onun Almanya ile kurduğu bu tür bağlar hala geçerlidir, ki, Türkiye’nin müzik eğitiminde en fazla beyin göçü verdiği ülke Almanya olmaya devam etmektedir. Bu sonuç Zuckmayer’in Almanya’ya armağanıdır.
Örneğin; müzik öğretmeni olarak 1970 mezunu 40 öğrenciydik, bölüm şefimiz E.Zuckmayer aracılığıyla 4 arkadaşımız Almanya’ya gitti. Gidiş o gidiş. Onların orada doğmuş çocukları da oralarda üstün başarıların sahibidir.
Onları köylerinden çıkartıp yatılı öğretmen okullarında, müzik seminerlerinde okutan halkımız, onların birikimlerinden asla yararlanamadılar.
Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümünden Almanya’ya burslu gidip de dönmeyenleri tez olarak araştırma konusu yapmak ne iyi olur; “Müzik Bölümünden bugüne kadar kaç mezun Almanya’ya gitmiş, kaçı oralarda kalmıştır ve başarıları nelerdir?”
Bir de, 1936’da besteci müzikolog ve eğitimci olan Yahudi asıllı Macar Bela Bartok ülkemize geldi. Ankara Halk Evinde bir konferans verdi, bu sırada ona konser veren bağlama ekibi dikkatini çekti. Türk Halk müziğini incelemek üzere tekrar geldi, bu sefer A.Saygun kendisine refakat etti. Bartok çok önemli bir çalışma başlattı ve bunu devam ettirmek için resmen vatandaşlığa başvurdu. Bartok’un Türk vatandaşlığına geçme isteği reddedildi!
Hem o yıl konservatuar da kurulmuştu, onun katkısı olabilecekti de neden acaba başvurusu reddedildi? Üzerinde düşünmeye değer bir konudur.
Onca Yahudi bilim adamına kürsüler teslim edilirken yine bir Yahudi olan Bartok neden geri çevrildi?
Bela Bartok Neden Türk Vatandaşı Yapılmadı?
Yahudi asıllı Macar müzikolog besteci Bela Bartok 1936’da Ankara’ya gelip önce bir konferans verdi, sonra A.Adnan Saygun’u da yanına alarak bir derleme turu yaptı; Toros dağ köylerinde bozulmamış Yörük Türkmenleri arasında, Kayseri’de, Ankara ve Çorum’da dolaştı. Bu çalışma çok ilgi çekti.
Türk halk müziğini önemsemek, derlemek, onu ele alıp işlemek ve evrensel müzik düzeyine çıkartmak Atatürk’ün istediği bir şeydi. Bartok’un halk arasında dolaşmasından ve derleme yapmasından birileri rahatsız oldu. Türk vatandaşlığına geçmek için resmen başvurdu ve bu isteği geri çevrildi.
Bartok’un halk içindeki bu çalışmasına itirazı olan batılılar da vardı, ki onlar üniversite kürsülerindeydiler. Onların Bartok’tan farkı şuydu; onlar BATI TAKLİTÇİSİ idiler. Bartok onlardan farklı olarak halkçı idi, sosyalist idi, Türk soylu bir Macar olan Sultan Kutay’la birlikte büyük işlere imza atmıştı. Önce aleyhinde antikomünizm silahı kullanıldı; efendim o Rus asıllıydı, Türklerin aleyhine olacak şeyler araştırıyordu, belki de ajandı… Bu türden bir konuşmayı, üzgünüm ki, 1990’lı yıllarda Adana’da bir Karacoğlan Sempozyumunda yaşlı bir tarihçiden bizzat dinleme talihsizliğini yaşayanlardanım.
2007 yazında onun ülkesi Macaristan’da Zoltan Kodaly (Sultan Kutay) Enstitüsünde eğitim alırken Enstitü kütüphanesinde Bartokla ilgili araştırma yapma fırsatım oldu. Ayrıca derslerde Bartok’un eğitim ve besteleme tekniklerini bize öğretiyorlardı. Adnan Saygun’un çok bilinen “Katibim” çeşitlemelerinde kullandığı tarzı ondan öğrendiğini düşünmeye başladım.
Onun Macar halkıyla nasıl bütünleştiğini ve Kutay’la birlikte MACAR ULUSAL MÜZİK EKOLÜNÜN KURUCUSU olduğunu öğrendiğimde neden Türk vatandaşlığına kabul edilmediğini bir daha düşünme gereği duydum.
Macaristan’daki okulun kütüphanesinde Bartok’un 1936’da Türkiye’de yaptığı derlemelerinin sonuç raporuna ulaştım.
Diyordu ki:
Türk Halk Müziği Macar Halk Müziği ile 14 (ondört) noktada ortak özellik göstermektedir.
İşin sırrı bu noktadaydı. Siz kalkıp, Polonya asıllı Mustafa Celalettin Paşa (Nazım Hikmet’in dedesi) gibi, diyeceksiniz ki Hunlarla Türkler aynı müzik geçmişine sahiptir. Macar müzikolog Sultan Kutay’la beraber köy köy dolaşacak ve Akhun kökenli Türk ülkesi olan Hungary /Macar ülkesinde dünyaca kabul görmüş çok değerli bir Ulusal Müzik Ekolü yaratmışsınız ve aynısını Türkiye’de yaratmak isteyeceksiniz; size asla izin verdirmezler! Size komünist de derler, Rus ajanı da derler…
Şu anda (2007) Sultan Kutay müzik ekolünün Türkiye’de uygulamalı tek eğitimcisi olan ben Mahiye Morgül diyorum ki; Bela Bartok’un ülkemizde kalma isteği bilerek engellenmiştir. Macaristan’ın Hitler tarafından işgali sırasında Amerika’ya gitmek zorunda kalmış ve orada ölmüş, mezarı New York yoksullar mezarlığındadır.
Bartok, Türkiye’de derleme yaparken ona çevirmenlik yapan, birlikte çalışmış olmanın onurunu tek başına sahiplenen A.Adnan Saygun her ne sebeple olursa olsun onun vatandaşlık isteğinin arkasında durmalıydı, durmamıştır. Bu önemlidir. Kıskançlıkla engellemiş olacağını söyleyenler olsa da, ulusun menfaatini düşünmemek büyük yanlıştır.
Derler ki, Saygun Bartok’a, “Müzikte yenilik getirme isteğinize uyum sağlamamız zor olacaktır, eski köye yeni adet mi getireceksiniz?” demiş. Onun yöntemlerini benimsemeye karşı çıkar. Görünen odur ki, olay sadece müzikte yeni yöntemler meselesi değildir, ulusal olan her şeye karşı çıkmaktır söz konusu. Bartok’un önü kapatılırken Türk müziğinin önüdür kapatılan.
BİZİ BATI TAKLİTÇİLİĞİNDEN KURTARACAK OLAN ve BİR ULUSAL MÜZİK EKOLÜ YARATACAK OLAN BELA BARTOK’UN ÖNÜ KESİLMİŞTİR.
Aynı yıllarda Fransa’da eğitim almış olan Faik Canselen gibi büyük Türk eğitimci bestecilerinin de önü kapatılmış, müzik okulundan alınıp Dikimevi ortaokuluna tayin edilmişlerdir. Beri yandan, halk müziğinin eğitimde kullanılması, çocuk şarkısı bestelerken halk müziği ritimlerinin ve ezgi yapısının kullanılması gibi daha bir çok konuda Bartok’la örtüşen usta müzik eğitimcisi Halil Bediî Yönetken, Ankara Radyosunda stüdyo elemanı olarak çalıştırılmıştır.
1933 ve Ulusal Olanın Önünü Kapatma!
Sonuçlarına baktığımızda rahatlıkla söyleyebiliriz ki, 1933 hareketi, sadece kürsülerimizi ecnebilerin kontrolüne devretme hareketi değil, Türk Ulusal Devrimine karşı sinsice yapılmış, sonuçları 2007’e kadar uzanan, ulusal olan ne varsa önünü kesme hareketidir.
Atatürk’e sevgisi hiç bitmeyen Kuvayi Milliye Destanının şairi Nazım Hikmet’in de (ki siyasi nedenle değil, modern Türk şiirini yarattığı için baskı görmüştür), Aka Gündüz’ün de (ki, Türk harfleriyle ilk roman yazandır, Türkçe’yi çok güzel kullanır ve Nazım’ı ilk keşfedendir) baskı görmesi ve benzeri halkçı yazarların ve halkçı bilim adamlarının baskı görmeleri, 1933’de ecnebilerin kürsülerimizi kuşatmasıyla aynı sürece rastlamaktadır.
Sanıldığı gibi bu ecnebi bilim adamlarının hepsi Alman Yahudisi değillerdi, değişik Avrupa ülkelerinden gelmişlerdi.
Tarihi doğru değerlendirebilmek için, 1.dünya savaşını anımsamakta yarar vardır. Almanya’nın yenildiği 1.Dünya savaşının devam eden sonuçlarını anımsayalım. İngilizler artık Almanya’nın efendisidir. Almanya bağımsız hareket eden bir devlet değildir. Oysa Türkiye Cumhuriyeti 1. Dünya savaşında Almanların yüzünden yenik sayılmış ama yenilgiyi kabullenmeyip İngiliz emperyalizmine karşı bir daha savaşarak bağımsız bir devlet kurmuştur. Bilinen şudur, Anadolu topraklarında ulusal bir devlete İngilizlerin tahammülü yoktur. Tarihi Türk-Alman dostluğu bir daha aleyhimize işletilmiş görünmektedir. (Roma saldırılarından Almanları kurtaran ve bu yüzden zehirlenerek öldürülen Atilla’dır)
1933’le başlayan süreçte Türk yazarların üzerindeki baskıya dönersek, 1938’de Vefa Lisesi edebiyat öğretmeni Murad Uraz tarafından yazılan “Son devrin meşhur şair ve edipleri” serisinde, 5. sırada basılan “Aka Gündüz“ kitabının iç kapağında, basılacak edipler sıralamasında Nazım Hikmet yer almaktadır; yani, 1938’de Nazım Hikmet lise edebiyat derslerinde okutulmak üzere sıraya alınmıştır. Atatürk’ün ölümünden hemen sonra bu serinin basımı durdurulmuş, H.Edip 12 yıl sonra İngiltere’den “Sinekli Bakkal” ile, kocası A.Adıvar da İslam ansiklopedisi ile dönmüş ve dünya klasiklerinin çevirilerine geçilmiş ve Nazım gibi yazarlar gözden düşürülmeye geçilmiştir.
1938’den sonra, Dikmen Yıldızı (Aka Gündüz 1927) gibi Kurtuluş savaşımızın kahraman Türk kızlarını roman kahramanı yapan eserler de geriye itilmiştir. Şeriatçı kadın kahramanı olan Sinekli Bakkal romanı 1942’de CHP tarafından ödüllendirilmiştir.
1940’da dünya klasiklerinden 496 roman hızla Türkçe’ye çevrildi halde, bir tane bile bilimsel çeviri yapılmamıştır.
Çeviri romanların okullara doldurulması nedeniyle başlangıçta Köy Enstitülerine de Türk yazarlar tarafından eleştiriler olmuştur. Enstitüden mezun olanların köye götürmeleri için yanlarına 150 kitap verilirdi, bunların çoğu yabancı eserlerdi.
Ancak, ilginçtir, Anadolu öğretmeni roman okumayı öğrendiğinde kendisi de ağalığa ve geriliğe karşı halkçı öyküler, şiirler, romanlar yazmaya başlar ve Köy Enstitülerinde rüzgar ters esmeye başlar. Bu sefer batıcılar rahatsız olmaya başlamıştır. Hasan Ali Yücel’in görevden ayrılması bu eleştirilerin başladığı dönemdir. İlginç şekilde, Köy Enstitüleri açılırken “faşist okullar”, kapanırken de “komünist okullar” damgasını yemiştir.
1940’da Köy Enstitülerinin kuruluşuna bir daha dönecek olursak, görülür ki, 1933’de gelen Yahudi öğretmenler içinde Hitler yanlısı olanlar vardı ve onlar da Köy Enstitülerinin kuruluşuna destek vermişlerdi. Alman devleti görünürde Yahudilere karşıdır, ancak Türkiye’deki Yahudi bilim adamları Almanya’ya taraftar toplamaktaydı, Türk aydınları bundan rahatsız olmuşlardı. Bu yüzden Köy Enstitüleri 278 evet oya karşılık 148 hayır oyla kabul edilmiştir.
Tam bu hengame arasında en yüksek rütbeli Türk subayı olan General Mehmet Kemal Doğan (Adana Antep Maraş cephesinde çete savaşlarını yöneterek Ermenileri ve Fransızları bozguna uğratan Atatürk’ün en yakın arkadaşlarından, 1919’da Bandırma vapurundaki Binbaşı Mehmet Kemal bey) İnönü tarafından istifa ettirilmiş, milletvekili olmaya zorlanmıştır.
1940-44 arasında, hemen kuzeyimizde Rus halkı faşizme ev ev direnirken, bizde bu savaşa karşı sesler bastırılmıştır; Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesinde N.Berkes, M.Berkes, B.Boran, P.N.Boratav, M.Ş.Başoğlu, A.Cemgil, A.Erhat gibi öğretmenler okuldan atılmıştır.
Öncelikle Alman faşizmine tepki göstermesi gerekenler 1933’de getirip kürsülerimizi ellerine verdiğimiz bilim adamı olarak bilinen insanlar olması gerekirken, bir kısmının 1939’da Almanya’ya döndükleri tespit edilmiştir.
1933 de başlayan “Ulusal olanın önünü kapatma” taktiği bugün Dünya Bankası tarafından “özelleştirme” başlığı altında bize dayatılmaktadır. Yüksek Öğretim Kurumu içerisinde bir dairesi bulunan Dünya Bankası aldığı kararlarla tüm kürsülerimizi Atlantik ötesi sermayeye teslim etme noktasına getirmiştir. YÖK, son perdeyi oynamaktadır, kendini lağvederek sessizce çekilmek üzeredir. Çünkü bütün görevlerini 5544 sayılı yasa ile piyasa üst kuruluna devretmiştir.
Sonuç olarak:
1933’de kürsüleri ecnebilere vererek başlayan kuşatma, Türk Cumhuriyetini, yani devletimizi bitirme noktasına gelmiştir. Bize de ulusal devletimizi kurtarma ve Atatürk devrimlerini yeniden inşa etme görevi düşmektedir. Ama bu kez ecnebilere kapıları çok sıkı kapatmak zorundayız!
1933’de yapılan üniversite reformu değildi, Türk milli devrimine karşı sinsice yapılmış bir karşı saldırı idi.
Bunu anlamış olmak yeter mi?
E.Teziç tarafından ellerinden imza yetkisi dahi alınıp piyasaya atılan ve de özel okullara kaçırtılan bütün kürsülerin Çok Sayın profesörleri,
Siz hala E.Teziç’i laik olduğunu düşünerek doğru bir adam mı zannediyorsunuz, o aynı zamanda liberaldir, uyanın! O, emirleri Dünya Bankasından, yani Amerika’dan alır!
Kürsüleriniz elinizden alındı uyanın!
1933’de gelenler de liberal ve laiktiler!
Bugün liberal-laik ile liberal-şeriatın hiçbir farkı olmadığını görün artık!
Onlar sosyal devletimizi, halkçı ve devletçi yönetimimizi yıkmakta birleştiler ve şimdi birlikte gidiyorlar. Dikkat edin, R.T.Erdoğan ile E.Teziç birlikte gidiyorlar!
Halkçı, devletçi, ulusçu olunmadan kürsülerinizi kurtaramayacağınızı görün artık!
Kürsülerinizi YÖK’ün önüne barikat yapın artık!
Ulusal olanı, yani ulus devletimizi, yani ulusal eğitimimizi koruma görevinizi anımsayın artık!
9.5.2007