MAKALELER   

PLASTİK SANATLAR VE MÜZİK*

                        Vural Yıldırım

             Müzik Bilimci

 

*Folklor/Edebiyat Dergisi-2004,

Sayı 3, s.255-259

 

 Sanat toplumun içinde birey tarafından üretilmesine rağmen, bireyin toplum tarafından kültürleşme süreciyle bilincinin kazanılması, sanatın aynı zamanda “anonim” özelliğini de göz önüne getirir ki bu bireyin ürettiği eserin tam olarak kendisine ait olmadığını da söylemek demektir. Bireyin ürettiği eserin kendisine ve topluma ait olması demek aynı zamanda herhangi  bir  sanat dalıyla da ilişkili olması demektir. Bir sanatı başka bir sanat dalından ayrı düşünmek doğru değildir.

Sanat asla toplumun çelişkilerini yansıtmayan bir görünümde değildir. Belki toplumun anlayamadığı şekilde ürünler veren sanatçılar olabilir ki bunu tırnak içinde kullanmak gerekir. Ama bu toplumun sanatçıyı dışlaması ya da sanatçının toplum dışında olması anlamına gelmez. Sanatçının görüş açısının farklı bir boyutta simgeselleşmesi anlamındadır

Bir sanatı farklı bir  sanattan soyutlayarak açıklamaya çalışmak bir balığı akvaryumdan ya da denizden soyutlayarak tanımlamaya benzer. Müziğin  görsel olmadığını söylemek, romanın şiirsel olmadığını söylemek, sanatlar arasındaki ilişkiyi reddetmek anlamındadır. Bu gün artık müziksiz bir sinema düşünemediğimiz gibi  müziksiz bir şiir de düşünemeyiz. Bir ressamın müzik dinleyerek yaptığı resim ile müzik dinlemeyerek yaptığı resim arasındaki ilişkiyi ressam arkadaşlarımızla görüşmelerden biliyoruz. Müzik bütün sanatların yanında yer alan bir sanat dalıdır gibi bir tezi de ortaya atabiliriz. Çünkü müzik tüm sanat dallarından ayrılıp farklı bir özelliğe ayrılır ki bu da şudur: yaptığımız her işle müziği dinleyebiliriz, araba kullanırken, kitap okurken, şiir okurken...Müzik yaşamın her alanını kuşatan bir gerçekliktir.

Müzik sessizliğin içine yerleştirilmiş seslerdir. Bu anlamda düşündüğümüzde müzik, var olan sessizliğin kırılma noktasıdır. Ses de sessizliğin içinde kırılma  noktasıdır.

            Türkiye’den değil, İstanbul’dan sanata genel anlamda baktığımıza  göre İstanbul’dan saptamalar yapıyoruz. Fakat bizde yaşanan asıl sorunlardan biri; aydın olamamış insanlarımızın kompleksinden kaynaklanıyor. Bu anlamda çağdaşlaşmayı Avrupalı olmakla bir tutan aydınlarımız aslında Anadolu’nun kendi kültürel kimliğine ilişkin bir sanatının oluşabileceğini asla görememiş ve çağdaş olabilmek için Avrupa sanatını örnek alıp, bunun doğru olduğunu savunup her zaman oryantalist kültür tuzağına düşmüşlerdir.

 Asıl sorunlarımızdan biri de tüm kavramların Avrupa’dan çıkmasından kaynaklanan bir zihniyetin dünyayı kuşatmış olmasıdır. Felsefe denildiğinde, resim denildiğinde, müzik denildiğinde akla Avrupa geliyorsa bu diğer ülkelerin geri kaldığını göstermez. Tam tersi de olabilir. Burada sanata nasıl baktığımız önemlidir.

Avrupa’nın modernleşmeden sonra çağdaşlaşma olarak bilinen yaşam biçimini Türk toplumuna almaya çalışan insanların yanılgısı da burada görülmektedir. Baştan beri yanlış bir zihniyet devam ettirilmektedir ki resimde de müzikte de böyledir. Avrupa’daki kültür (müzik) kilisenin yazınsal literatürüyle gelişmiş olan ve ortaya çıkan bir kültürdür. Ne resim ne de müzik kendi dinamiği içinde gelişerek bu konuma gelmiştir ve konunun can alıcı noktası da burasıdır. Avrupa dışındaki ülkelerde sanat kendi dinamiği içinde gelişerek bu noktaya gelmemiştir.

            Şimdi burada tekrar tekrar sorgulanması gereken başkasıdır. Bir ülke sanatını kendi özgün koşulları içinde mi geliştirmelidir? Yoksa kendisine göre varolan bir ortamda mı geliştirmelidir? Sanat aslında bir toplumun kimliği ile ilgili bir meseledir. Ortaya konulan kültürle ilgilidir.

Sanatın evrensel olduğu söylense de interdisipliner olması ve diğer sanatlarla ilişkili olması aynı zamanda evrenselliğini yitirmesi anlamındandır. Çünkü sanat asla evrensel değildir. Tikelle ilgilidir. Toplumun kültürel durumuyla ilgilidir. Bu anlamıyla edebiyat resmin sözel boyutudur, resim müziğin görsel boyutudur, müzik edebiyatın ya da resmin işitsel boyutudur. Sanatın tümünü tümel bir anlamda düşünerek unutmamamız gerekir….

            Evrenselcilik aslında modernist zihniyetin bir ürünü olarak modernleşme süreci ile birlikte tüm Avrupa’nın “onları Hristiyan’lıkla tanıştıralım” zihniyetiyle ortaya attıkları bir başkalaştırma sürecidir.

            Evrenselcilik kültürel görececilikten dolayı asla mümkün olmayan bir söylem biçimidir. Dünyada herhangi bir kültür evrensel olmamakla birlikte, herhangi bir kavram evrensel olabilir. İnsan evrenseldir…Ama insanın kendisi değil….Spesifik sanat  ancak o kültürü bilen insanlar tarafından anlamlandırıp bilinecek bir yapıdadır. Dünyadaki bütün insanlar sanat eserlerini kendi kültürel birikimlerine göre yorumlarlar. Ama o sanat eseri ortaya çıktığı toplumda anlamlandırıldığı gibi anlamlandırılamayacağı için  evrensel olma özelliğini kaybeder fakat şu bir gerçektir ki her sanat eseri her insana farklı bir mesaj iletir..

            Ülkemizde eğitim sistemi içinden sanat alanı  eğitimine baktığımızda Avrupa ve ABD’den çeviri ile idare edildiğini ve varolan kuramsal çalışmaların da Avrupa ve ABD kaynaklı olduğunu görürüz. Bizim en büyük sıkıntımız tabi ki Türkiye’ye özgü plastik sanatlar alnında belli bir ekol ve eğitim sistemi geliştirememektir. Belki belli isimler oluşmuştur; Osman Hamdi bey gibi, Avni lifij gibi, vd. ama bu insanların da  ülkemizin sanat dünyasına etki ettikleri söylenemez. Onlar tarihte başarılı olmuş ressam öncüler olarak silinip gitmişlerdir. Varolan güzel sanatlarda Avrupa’yı takip etmemiz aydınların Avrupa zihniyetinin misyonerliğini yapması ile ilgilidir. Özellikle bunu yapanlar da akademik alanda bulunan  belirli oranlarda sermaye ile bütünleşmiş olan resim eleştirmeni diyen insanlardır kendilerine. Resim  alanındaki literatüre baktığımızda Avrupa hegemonyasını görürüz. Bunun kaynağında telif hakları ve ressam akademisyenlerimizin hepsinin etkisi vardır, kaldı ki  kendi başlarına belli bir düşünce sistemi, ve kuram geliştiremeyen insanların güzel sanatlarda var olan kısırlığı yarattıkları söylenebilir.   İkincisi de Avrupa’nın güzel sanatlar alanındaki estetik ve felsefi söylemin misyonerliğini yapmalarından kaynaklanmaktadır. Müzik alanında da aynı şeyleri söylemek mümkündür.

Bunu aşabilmek için sanat kurumlarının nasıl bir eğitim sistemi izledikleri ve sanatçıların ne tür yönelimlerde bulunduğunu belirlemek gerekir. Eleştirmenlik konusunda sanatçıların işi alan dışı kişilere  bırakmaları hatadır. Sanatçılar kuramsal ve felsefi boyuta değinmiyorlar….Entelektüel birikimleri olmaması ve başka alanlardan insanların alanlarına girip söylemler yapmaları çok problemlidir. Asıl çıkmazlardan biri de budur. Sanatçılarımız sanat alanında belirli anlamda pratik eğitimlerini sürdürürlerken resim eleştirmeni dediğimiz insanların  bu alanda yetişmeleri ya da eleştirmenlerin ekol geliştirmeleri gerekmektedir. Müzik dünyasında bu aşılma noktasındadır. Müzikoloji bölümlerinde artık müziğin kavramsal olarak değil ama araştırmacılık yönünde bir bilim olduğu kanıtlamıştır.  Müzik bilimi olabileceği kanıtlamış ve müzikologlar yetişmeye başlamıştır. Plastik sanatlarda ise hala bu kısırlık aşılmamıştır.

            Sanat tarihi eğitimi herhangi bir eğitimden bağımsız düşünülemiyor. Bu anlamda arkeoloji dışında düşündüğümüzde….sırf anfilerde gösterilen bir eğitimse onun herhangi bir sanatçıya katkısı olabileceğine ben inanamıyorum. Böyle bir sanat tarihi eğitimi yerine normal bir eğitim yeterli olacaktır. Tarihi de biz yaratırız ve yine biz yok ederiz.. Siyasetle ilgileniyorsak siyasetle varolan olguları seçerek yaratırız yeniden tarihi, sanatçıysak kendi alanımızla ilgili tarihi de biz yeniden yaratırız. Bu nedenle ressam bunu başkasının eline bırakmamalıdır.

            Tüm sanat dalları birbirlerinden etkilenir. Bu gün Picasso’dan örnek veriyoruz sürekli, o belki Gertrude Stein’in evinde farklı insanlarla görüşmeseydi var  olan kendi üslubunu geliştiremeyecekti…Bu gün Türkiye’de bir sanat dalı yükselirken diğeri geriye gitmektedir. Bundan dolayı da kısır bilgilerle sanata yönelinmektedir. Müzisyenin yazar, ressam, şair arasında bulunup fikir alışverişinde bulunması performansta büyük atılımlar yaratacaktır.

            Müzik bu güne gelinceye kadar karmaşık ve uzun bir süreçten geçmiştir. Bu süreci; insan tarihi ile aynı paralellikte geriye götürebiliriz. Karmaşıklık ise; müziğin teknik olarak geçirdiği evreler ile ilgilidir.

            Müzik deyince kültürel arka planımızdan ötürü bir çok tür aklımıza gelebilir. Zihnimizdeki müzik kavramı müziği algıladığımız oranda somutlaşmaktadır. Eğlence, hüzün, nefret vb. duygularımızı müzik kanalı ile somutlaştırmaya çalışabiliriz.  Aslında müziğin ifade aracı olup olmadığı sorunsalını düşünmek, irdelemek gerekir. Baudrillard’ın simülasyon evrenindeki işitsel boyut olarak müziği ele alabiliriz. Aynı zamanda, Adorno’nun kültür endüstrisi kavramı bize farklı bağlantı kapıları ve ironiler açabilir. Kültür endüstrisi içinde popülerleşen müziğin aldığı görünüm sistemin içselleştirdiği standart müziktir. Standart müzik hegemonyaya hizmet eden otokratik müziğin kendisidir.  Standartlaşma kitleler üzerinde ritmik oyunlar ile içselleştirilme ve entegrasyon sürecini hızlandırmaktadır. Bilinç kaybolmaya yerini simülasyonlar almaya başlar. Ritm yaşamın kendisidir. Kalp atışlarımıza egemen olan yaşamın kendisine egemen olur. Gerçekliğin yerini ritmik oyunlarla süslenmiş parçalar söyleyen imajmaker’lar alır. Zihinsel edimimiz yaratılan simülasyon içindeki gerçek dışı sanatçıların  yönlendirilmesine maruz kalmaktadır. Gerçekliğin ironisi kitlesel ritm duygusu ile tüketilerek, standartlaşma yani düzen içine kanalize olma kolaylaşır.

            Yaşam tıpkı plastik sanatlarda olduğu gibi şekillendirme, müziğin atmosferinde, simülasyon evreninde bireylerin zihinlerinin şekillendirilmesine dönüşüyor. Tabula rasa kavramı netlik kazanıyor. Her ürün bağlamındaki anlamını yitirerek görünüme dönüşmektedir. Düşünen Adam’da olduğu gibi müzik de bir görüntüden ibaret metalaşmış sanatçıların alanına kaymıştır.

            Müziği duymanın ötesinde ritmi yaşayan, melodiyi seyreden bir kitle yaratılarak hazza yönelim teşvik edilmektedir. Resim tuvallerinin yerini sanatçı posterleri almış, reprodüksiyon kavramı, sanatçıların fan kulüplerini tanımlar olmuştur.

            Müzikal simülasyonda kırılma noktası avangard bestecilerin (Boulez, Stockhausen, Cage, Ives vd.) çalışmaları ile olmuştur. Kendileri dönemlerinin ötesinde çalışmaları ile bir akım oluşturmadan özgün eserler yaratmışlardır. Yaptıkları eserler, tıpkı bir sinema ya da tablo gibi izlenebilme özelliği taşırlar. Bunlara en güzel örnek grafik nota yazımıdır. Bu notasyonda görünüm bir resim eskizini andıracak kadar görsel şölen özelliği sunar. Müzisyen aynı zamanda ressama dönüşerek sesleri resmeder.

            Tüm bu çabalar aslında evren ve doğanın resme dönüşmesi gibi her şeyin sese, nota’ya dönüşme yolundaki uğraşılardır.

            Avangard sanatçılar (müzisyen, ressamlar) kültürel değerlerdeki durağanlığa karşı oluşun sembolüdürler. Karşı oluş sistemin içkinliğinden kopuşu doğurur. Alışılmış ve mutlak olan parçalanarak müzikal minörlük içinde sorgulama, yaratma, sunma süreci görselleşir. Görsellik müziğin grafikleşen imleridir. Minörlük büyük müzikal formların tekdüzeliğinin yerine, yaratılan özgün çalışmaların ifadesini taşır. Son noktada müzik, bilinç müziğine rotasını çevirerek varlığını sürdürür. Mimesis ruhu müziğin avangardlarınca yok edilmiştir.